Bu Blogu Takip Et

Sayfalar

Translate

19 Mart 2011 Cumartesi

Küflenmiş Gerçekliğin Son Sahnesi: Matrix Devrimleri

Matrix serisinin ilk filmi 1999’da sinemalarda vizyona girdiğinden bu yana aradan dört yıl geçti. İkinci filmin gösterildiği ve üçüncü filme dair spekülasyonların özellikle son aylarda ayyuka çıktığı bu dört yıl içinde filmin evreni, hayranları ve eleştirmenlerinin ötesine taşarak daha önce hiç bilimkurguyla ilgilenmemiş sinema izleyicisinden günlük gazetelerin köşe yazarlarına, dini cemaatlerden felsefe topluluklarına değin yayılarak bir hayli genişledi. Böylece bugün, Matrix, sinema tarihinde çok az sayıda filme nasip olan, kült filmler kategorisinde tartışmasız sağlam bir yer edinmiş oldu. Peki neydi Matrix’i döneminin tüm diğer filmlerden ayırarak baş köşeye yerleştiren?

İlk bakışta Matrix filmlerinin içeriğinin ve gündeme getirdiği tartışmaların çok da yeni, çok da özgün olmadığı söylenebilir. Filmin beslendiği kaynakların başında gelen siberpunk akımı ve Japon anime filmleri henüz 80’lerin başında ortaya çıkmış; sanal gerçeklik ve yapay zeka temalarını merkezine alan son derece nitelikli ve derinlikli iki film, Blade Runner (1982 tarihli filmin “yönetmenin kurgusu” versiyonu 1992 yılında piyasaya sürülmüştü) ve Dark City (1998) ise 90’ların gündeminde yer etmişti. Ne var ki, gerek siberpunkın gerekse adı geçen bu filmlerin, kendi hayran kitleleri, geleneksel bilimkurgu takipçileri ve bir grup düşünür dışında yankı uyandırdığını söylemek güçtü.

Kısacası, tüm bu akım ve filmlerin bir sentezi olarak tanımlanabilecek Matrix’te “yeni” olan ve onu diğerlerinden ayıran şey içeriğinin özgün olması değil, böylesi bir içeriğe karşın milyonlarca insan tarafından izlenmiş olmasıydı. Yaşadığımız çağın gündelik hayatına hakim olan pragmatizme ters düşecek biçimde, varoluşa ve gerçekliğe dair oldukça marjinal sorgulamaların yapıldığı bir filmin, büyük bir pazarlama başarısıyla gündeme oturması ve adeta bir “sosyal olgu” halini alması, şüphesiz çok yeni bir şeydi. İlk defa bir film, ister beğenilsin, ister beğenilmesin, düşünsel tartışmaların bu denli odağı haline geliyordu. Bu özelliği itibariyle, bu satırları yazdığım esnada henüz izlememiş olduğum serinin son filmi Matrix Revolutions’ı beklemeye veya üzerine spekülasyonlar yapmaya gerek duymaksızın, Matrix filmlerinin yarattıkları toplumsal etkileşim (interaktivite) nedeniyle bir devrim olarak nitelenebileceği kanısındayım.
Aslında tam da bu noktada tartışma alevlenmektedir. Kimilerine göre Matrix, Hollywood’un son teknoloji ürünü görsel ve işitsel efektlerle süsleyerek kârına kâr katmak amacıyla piyasaya sunduğu, üstün pazarlama stratejileriyle “saf” izleyicileri kandırıp “her zamanki gibi” paralarını aldığı salt bir tüketim nesnesidir. Böylesi bir filmde felsefi derinlik, tartışmaya değecek sorular veya varoluşa dair açılımlar aramak gülünçtür. Kimilerine göre ise Matrix, çağını büyük bir başarıyla yansıtan hatta sistemi deşifre eden, günümüzün söylemler ve imajlar üzerinde yükselen düzenin haritasını çıkartarak buna denk düşen pratikleri ve güç ilişkilerini ortaya koyan, Baudrillard’ın artık dillerden düşmeyen şu meşhur simülasyon kuramının adeta görsel bir dışavurumudur. Bu yazının iddiası ise paradoksal gibi gözüken bu iki yaklaşımın aslında birbiriyle nasıl da örtüştüğünü göstermek olacaktır.
Şimdi, öncelikle ikinci iddiayı, yani Matrix’in bir film olarak çağını başarıyla yansıtan ve sistemi deşifre eden bir içeriği olduğu iddiasının temellerini ele alalım. Bu amaçla simülasyon kuramıyla ne kast edildiğini dile getirmenin, filmin içeriğine dönmenin ve filmdeki bazı sahneler ile simülasyon kuramı arasındaki bağlantıları ortaya koymanın yerinde olacağını düşünüyorum.
Baudrillard, 1970’lerin sonu 80’lerin başında ortaya attığı simülasyon kuramı veya simülasyon metaforu ile bugün içinde yaşadığımız ve gerçek olarak varsaydığımız dünyanın işleyişinin ne kadar da anlamdan yoksun ve yadırganası olduğunu ortaya koymaya çalışmıştı. Düşünüre göre, söylem düzeninin her şeye hakim olduğu, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış olanın birbirinden farksızlaştığı, korkunç bir hızla medyanın gerçekliğin yerini aldığı, kimliklerin içeriğinin boşaldığı, muhalefetin hoşgörü ve uzlaşma adı altında nötrleştiği, karşıtlıkların ve eleştirelliğin ortadan kalktığı bu nedenle politika yapmanın imkansızlığı, ticari mallardan öte, duyguların, acının, öfkenin, sevincin ve hatta ölümün seyirlik bir görüntü, tüketilesi bir imaj haline geldiği böylesi bir dünyada gerçeklik veya anlama dair herhangi bir şeyden söz etmek mümkün değildi. Televizyondan akan görüntüler o kadar cezbedici, arzulanan hemen her şeyin tüketilebilir olması o kadar tatmin ediciydi ki, bir daha gerçekliğe dönmeyi kimse istemeyecekti. Baudrillard eserinde, gerçekliğini yitirmiş, “çöl izlenimi uyandıran bir dünyanın artık çölleşen kentlerinde yaşadığımızı” vurguluyordu.
Bilindiği gibi Morpheus da Neo’yu “Gerçekliğin çölüne hoş geldin” diye karşılamıştı. Simülasyon kuramının bir başka metaforu olan, aşırı rasyonelleşmiş bir düzende dönenip duran kitlelerin sistemin devamına neden olmaktan başka işe yaramayan ereksizliği Matrix filmlerinde, insanların sistemin enerji kaynağı olarak birer pile indirgenmesiyle gösterilmişti. ABD’deki son elektrik kesintisinde yaşananlar ise yaşadığımız dünyadaki bu aşırı rasyonelleşmenin, makinenin bir anlığına devreden çıkmasıyla ne yapacağını şaşıran, artık düzenin enerji kaynaklarından başka bir şey olmayan insanların nasıl da amaçsızlıkları ve hiçlikleriyle baş başa kaldığının güncel bir örneği oldu.
Matrix’te, tıpkı simülasyon kuramının çağımız dünyası için öngördüğü gibi olan biteni tersine çevirmek, artık var olmadığından gerçekliğe geri dönmek mümkün değildi. Sanırım film ile kuram arasındaki benzerlikler en çok buradadır. Kırmızı ve mavi hap arasında, bilinçli bir özgürlük ile bilinçsiz bir haz ve tatmin arzusu arasındaki tercihi sorunsallaştıran ve son derece ahlaki – normatif bir sonla kapanan ilk filmin aksine, Matrix Reloaded, özellikle de muhalefeti temsil eden Zion şehrinde geçen sahnelerle bu çıkışsızlığı, bu geri dönüşsüzlüğü ve bu nihilizmi dillendirmişti. Zion da bir simülasyon, bir bilgisayar programı ise, sistemin dışı diye bir alan kalmamış demekti. Bu noktada Zion’da geçen üç sahneye değinmem gerekiyor. Bunlardan birincisi Neo ile Zion başkanının makineler ve bağımlılık üzerine yaptıkları tartışma. Her ne kadar klişe bir diyalog olsa da, bu sahne, makinelere karşı savaşan Zion’un yaşam destek sistemlerinin yine makinelere bağımlı olduğunu ortaya koyması anlamında sistem içindeki çıkışsızlığı pekiştiriyordu. Dikkatimi çeken ikinci sahne, Morpheus’un Zionlular’a yaptığı konuşma. Burada Morpheus’un çektiği nutuk, açıkça Zion’un felsefesinin ne kadar içi kof, salt isyan duygusunun tatminine dayanan bir görüntüden ibaret olduğunu ortaya koyuyordu. Değinmek istediğim son sahne ise, birçoklarının yersiz, anlamsız ve gereğinden fazla uzun buldukları tamtamlar ve tekno ritim sentezinin eşliğinde gerçekleşen orji çağrışımlı dans sahnesi. Zion’un, yani isyancıların siyahından beyazına, gencinden yaşlısına, kadından erkeğine o çok renkli, çok kültürlü, cinselliğin sınırsız bir özgürlük içinde yaşandığı dünyasının, Matrix’in içi olarak varsayılan dünyadan farksız bir aldatmaca, bir simülasyon olduğunu ortaya koyan bu ağır çekim sahne bence filmin en önemli bölümlerinden biriydi. Postmodern muhalefetin, farklı kimlikler arasındaki çatışmaları sentezlerle aşma, uzlaşma, çokseslilik ve kültürel çeşitlilik vaadinin sembolü olan Zion, aslında bu sözde farklılıkların tek ve sanal bir imaja indirgenerek nasıl da aynılaştığını gizleyen bir gösteriden ibaretti. Nasıl ki, Matrix programı bedensel arzuları sanal olarak tatmin ediyorsa, Zion programı da bununla yetinmeyenlerin özgürlük ve isyan istemlerini yine sanal olarak tatmin ediyordu. Zion’daki parti sahnesi, her arzunun sanal olarak tatmin edildiği bir dünyada karşıtlığın, muhalefetin ve dolayısıyla da değişim ümidinin artık tam olarak ortadan kalktığına, bir çıkışın olmadığına dair kabullenilmesi güç olan bir olguyu böylesi ironik ve çarpıcı bir biçimde üstelik ağır çekimle uzun uzadıya gözlerimizin içine soktuğundan olsa gerek, anlamsız, rahatsız edici ve gereksiz olarak nitelenmiştir.
Baudrillard, hep beklenen devrimin aslında sessiz sedasız bir şekilde gerçekleştiğini, bir zamanlar özgürlük ve eşitlik adına talep edilen ne varsa bugün sistem tarafından fazlasıyla karşılandığını ifade etmişti. Gerçekten de tüm bunlar Zion şehri için geçerlidir. Sahip olunan özgürlükler artık sadece seyirlik birer görüntü, tüketilen birer markadan ibarettir. Tıpkı konuşma özgürlüğünün bugün bir kontörlü cep telefonu kartı ile cisimleşmesi gibi…
Şimdi durup biraz düşünelim. Tüm bu örneklendirmeler, Matrix filmini sistemi çözümleyen bir noktaya oturtmaktadır. Lakin ilginçtir ki, Matrix, dünyanın en büyük endüstrilerinden biri olan Hollywood tarafından, yani sistemin yeniden üretiminin gerçekleştiği belli başlı organlardan biri tarafından üretilip pazarlanmaktadır. Bu durum da bazılarını doğal olarak şüpheye düşürmektedir. O zaman dilerseniz ilk iddiaya yani, Matrix’in içeriği önemsiz, olsa olsa büyük bir ticari başarı olarak nitelendirilebilecek, yerli yersiz görsel efektlerle allanıp pullanmış ve piyasaya sunulmuş bir film olduğu iddiasına dönelim. Matrix filmi ile yaşadığımız dünya ve onu yadırgatmayı amaçlayan simülasyon kuramı arasında yukarıda kısaca değinmeye çalıştığım türden göndermelere ilk itiraz, kuramın bizzat yapımcısı olan Jean Baudrillard tarafından dile getirilmiştir. Baudrillard, Matrix Reloaded filmi ile ilgili olarak 19 Haziran 2003 tarihli The Observer gazetesine verdiği röportajında, kuramının filme referans olarak gösterilmesini ise bir yanlış anlama olarak değerlendiriyor, Matrix filminin, zaten büyük bir “matrix” tarafından üretilip pazarlandığını dile getiriyordu. Baudrillard’a göre, Matrix’i yaratan mimarın, Zion’un, anomalilerin de sisteme dahil edilip nötrleştirilmesi için kurulduğunu söylemesi, filmin mutlak ve çıkışsız bir dünya öngördüğünü gösteriyordu. Düşünüre göre dikkat çekici olan nokta ise aslında filmin ta kendisinin, dünya çapında pazarlanması ve yayılmasının, içeriğinin bir dışavurumu olmasıydı. Bu noktada, Marshall McLuhan’ın ünlü “araç mesajdır” (the message, it is the medium) deyişine göndermede bulunan Baudrillard ironik bir dille, Matrix’in mesajının tam olarak kendi kendisi olduğunu dile getiriyordu.
Baudrillard, aslında bu değerlendirmeleriyle, filmin durduğu noktayı ortaya koyuyor ve konu olarak simülasyonu seçen Matrix filmlerinin de simülasyon düzeninden ayrı düşünülemeyeceğini, filmlerin bugünkü dünyanın bir uzantısı olduğunu çarpıcı bir şekilde açıklıyordu. Bu noktada aklımıza bir soru takılmaktadır. Peki kitaplarının tam da Matrix Reloaded gösterime girdiğinde yeni baskıları yapılan, görüşleri internet adlı dev bir matrix aracılığıyla bizlere ulaşan Baudrillard’ın kuramının ta kendisi, bu simülasyon düzeninin neresinde durmaktadır? Nurdan Gürbilek’in “Adlandırmak” başlıklı denemesinde sorduğu soruyu tekrarlayacak olursak:
“Her şeyi imajlar toplamına dönüştüren bir kültür endüstrisinin, farkı evetleyerek içerme eğilimi gösteren bir toplumun, kavramların dile getirdikleri ya da getirebilecekleri yaşantıları yok eden bir söz düzeninin nüfuz alanına girdiğimizde, sonuçta kurulan imajların, yapılan adlandırmaların gerçek olmadığını iddia edebilen kim olacaktır?”
İşte tam da bu noktada, yani felsefeyi ve sinemayı birbirinden ayrı (birini simülasyonun dışı birini de içi) ve uzlaşmaz olgular değil de aynı dünyanın uzantıları olarak ele aldığımızda Matrix filmlerine dair paradoksal yaklaşım kendiliğinden çözülmektedir. Çağımızda bir filmin popüler olması onu içi boş bir kandırmaca yapmayacağı gibi, felsefenin popüler olmaması onu tüketilen bir imaj olmaktan kurtaramamaktadır.
Gelelim üçüncü filmle ilgili spekülasyonlara… Öncelikle söylemeliyim ki, bu yazı boyunca ortaya koymaya çalıştığım açılımlar üçüncü filmin nasıl sonlanacağından bağımsızdır. Zira Matrix’in ilk iki filmi, zaten bir film olmanın ötesine geçip bir olguya dönüşen tartışma evrenleriyle üzerlerine düşeni yerine getirmiştir.
Matrix Revolutions hakkında spekülasyon yapmanın, bu yazıyı okuduğunuz sırada muhtemelen filmin nasıl sonlandığını görmüş olacağınız için, anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Sadece üçüncü filme dair spekülasyonlarda sıkça rastlanan, hakiki insanların, bilinçli bir ereksellikle insanlığı kontrol etmek için kurulmuş olan Matrix’i yok ederek bir şekilde “kurtuluş”u gerçekleştireceklerine dair arayışların sorunlu olduğunu belirtmek isterim. Zira üçüncü film nasıl son bulursa bulsun hem sinema kurgusunda hem de gündelik hayattaki Matrix devrimleri, zihinlerdeki ereksellik kavramını, geleneksel efendi-köle diyalektiğini ve iyi taraf-kötü taraf arasındaki bildik ayrımı yerle bir ederek gerçekleşmiştir. Matrix’i ne salt makinelerin baskısına ne de insanların boyun eğmişliğine indirgeyemeyiz. Matrix, bir anlamda insanlar ve makineler arasındaki bir anlaşmanın sessiz bir şekilde tekrar tekrar onaylanarak yinelendiği, bugün içinde kısır bir biçimde dönenip durduğumuz bir dünyanın, sinemadaki uzantısıdır.
Matrix filmi, sinema salonlarında, onu izleyen milyonların gözlerinin içine baka baka ve açık açık adeta “hepiniz benim var olmam için yaşayan enerji pillerisiniz” demektedir. Sessiz onayımız alındıktan sonra da evlerimize dönüp gündelik kaygılarımızla baş başa yaşantımıza devam etmemiz beklenmekte ve bu beklenti fazlasıyla yerine getirilmektedir… Bu durumda filmin sonunu tahmin etmek güç değildir: Matrix serisinin son sahnesi, sinema salonunun kapısından çıkarkenki görüntümüz olacaktır…

Hiç yorum yok: