Bu Blogu Takip Et

Sayfalar

Translate

24 Nisan 2010 Cumartesi

Gece oldu diye hayat bitmiyor, tersine başlıyor... ( Düşüm )

Düşüm

Hayatım!.. Küçük fark edişlerin büyüsüne kapılmış, biraz da bu yüzden iç dünyasına kilitlenmiş bir çocukluk...
Birbirlerine 'o biraz tuhaftır' dediklerinde ne anlama geldiğini algılayamıyordum
önceleri... Onlara benzemeyene tuhaf diyor olmalıydılar (?)
Onlar gibi yemek yiyor, uyuyor uyanıyordum, aynaya baktığımda normal bir insan
görüyordum. Demek ki, tuhaflığım dış görünüşümle ilgili değildi... İç organlarımızda aynı olmalıydı. Onlara benzemeyen tarafımı bulamıyordum.
Anneme sorsam şöyle diyecekti; 'Nereden buluyorsun bu tuhaf soruları bilmem ki (?)’
Yanıtsız iki sorumuz daha olacaktı... Babamla, gece sohbetleri her zamanki gibi yataklarında da devam edecekti... Duvarların bir sıra tuğla ile örüldüğü hesaba katılmıyordu.  Bizi ayıran çite ise her gece bir sıra dikenli tel daha ekleniyordu…

Gece oldu diye hayat bitmiyor, tersine başlıyor...


Gün boyunca tüm şifreleri bozulan hayatın kendini onarma çabası, içime derin bir hüzün çöktürse de yaşamaya doyamıyorum hiç bir anını...
Pencereyi açıyorum; derin suların yüzeyinden gökyüzünü izliyorum… Mutluluk kaynağım yıldızlar bana yetiyor. Uzak yıldızlarla ilgili düşlerim gecelerimi,
derin mavi su gündüzlerimi süslüyor.
Gökyüzünün en uzak noktasından gözlerimi ayırmıyor, bir yıldız kaymadan yatağıma girmiyordum. Bu dünyaya yanlışlıkla bırakıldığımı ve oralarda olan bir şeyin gelip beni
alacağını düşlediğim çok oldu. Her kayan yıldız bana ondan gelen bir işaretti;
‘bekle, biraz daha bekle’ bekledim… bu bekleyiş onun olmama olasılığından kötü değildi.
Bazen hiçbir işaret, hiçbir hareket bulamıyordum… Güneşin sessizce saklandığı yerden çıkışını izliyordum.. Yine uyanacaklarını, yine her şeyi mahvetmek için koşuşturup duracaklarını aklıma bile getirmek istemiyordum.
Denizin gökyüzüyle birleştiği noktayı, ufku böyle dakikalarda fark etmiştim.
Ben de denizde yaşasaydım eğer düşümle aynı noktada buluşabilirdim.


Gerçeği açıklıyor ya da arıyor değilim. Ben sadece sessiz bir iç dökmeyle sarsılan bedenimin içindeki gezgin ruhun sesini dinliyorum



Deniz canlılarının denizin kendisinden daha önemli olduğuna inanıyorum. Dünya ve
İnsanlar içinse bunun tam tersi geçerli. Dünya nın kendisi tek tek insanlardan daha önemli. Kişiyi yaşamdan silen bu korkunç hata yetmiyormuş gibi, insanı sürü haline sokan toplumsal mekanizmalara duyulan sempatiyi en değerli şeymiş gibi görmemiz bekleniyor. İnsan kötürümleştiriliyor, aşağılanıyor…
Üstünde oynanan tablonun orijinal özelliklerini kaybetmesi gibi doğal yeteneklerini tanımadan kaybeden insan!



Gerçekte neyse, ‘O’ gibi yaşayabileceği olanaklardan yoksun; sevgisiz, güvensiz, mutsuz insanlar…
Karanlık bir dehliz ve onca insanın hiç çıkma çabası yok… Üstelik önemli bir şeyi yakalamışçasına sıkı sıkı ya tutunmaların da anlayamadığım bir zevk alış biçimi olmalı..
Kendi yaptıklarımızın sonuçlarına katlanmak cesaret ister. Hatta arkasında duramayacaksak hiç başlamamak en iyisidir. Bu hayat yolculuğunda kendimizi oluşturma şansının seçimini de tam burada yapmış oluruz. Başkalarının istediği okullara gitmek, yönlendirdiği hayatlar yaşamak aslında ne kadar da güvensizlik doludur. Sizin için seçilenlerin sonuçlarını yaşarken cesaret de işe yaramaz. Sanırım en kötüsü insanın kendi hayatını seyretmesidir.

İşte bu yüzden yadırganıyordum… Kendilerine benzemeyeni ise ayıklamayı iyi biliyorlardı. Yanlarında ayrık otu gibi durduğumu bende biliyordum.
Haklı olmak göreceli, bende haklıydım.
Denizin içindeki her şey bana gizemli geliyor… Deniz kabuklarını sınıflandırıyor,
Kitaplar kurcalıyor bilgilerimi arttırıyordum.
Bilginin peşinde olduğum sanılabilirdi ya, aslında daha çok yıldızların su üstünde oluş-
turdukları renk ve şekillerin peşinde olduğumu itiraf ediyorum. Bulduğum her renk karışımı beni heyecanlandırıyordu… Oysa bu duyguyu yaşıtlarım karşı cinsiyle yaşıyordu…



Kendimi kabuklarımla denizle, yanıp sönen yıldızlarla aşıyor, biçimlendiriyor, renklen-
diriyordum.
Hayallerimin gerçekler tarafından yok edileceği bir dünyada yaşadığımın farkındaydım. Alıştığı ortamdan çıkanın büzüştürülüp küçültüldüğü, yok edildiği bir dünya.
Ben de bulunduğum durumdan bir adım öteye kımıldamıyor, keşfettiğim
dünyama sıkı sıkı sarılıyordum.
Denizle bağlarımı derinleştirmek istiyorum…
Gebe bir fokun karnında olmak istiyorum…
Yeni bir dünyaya yeniden doğmak istiyorum…
Uçsuz bucaksız derin ve gizemli bu mavi suda aynısı olmaktan gurur duyacağım
Canlılar arasında yaşamak istiyorum…



İsteğim öyle yoğun ki, birden karanlık sarıyor etrafımı… Hiç karşılaşmadığım
büyük bir sessizlikle çevreleniyorum… Çok az kıpırdayabiliyorum…
Tepe taklak mı sırtüstümü durduğumu bilmiyorum. Ilık hatta sıcak sıvının içinde
rahatım, buradan hiç çıkmak istemiyorum.. Oysa dayanılmaz bir sesin çağrısı var;
‘Hadi çık, daha çabuk daha çabuk’ çıkmaya çalışıyorum… bir daha bir daha deniyorum…
Nereye dönsem kendimi bir duvara çarpar buluyorum. Çevremi tekmeliyorum…
Çıkış yolu bulmaya özgürlüğe kaçmaya çalışıyorum…
Tüm denemelerimden sonra yolu görmüştüm. Bulunduğum sıcak yuvadan çıkıp, serin sulara karışmanın zamanı gelmişti. Dışarıda ki büyük basınç, yıldırıcı bir karanlıkla yerimden çıkmamı engellemeye çalışıyordu. Buradan çıkamamak yaşamamak demekti.
Ve başım serin sulara çıkmıştı, sonra tüm bedenim kayarak sulara karıştı.




Güçlü akıntıların etkisinde bir fok yavrusu olmak çok zor… Yeni bir dünyaya karışmak çok zor…
İlk güçlü akıntıyı atlattığımda derin suların şok edici tehlikelerle dolu olduğunu, baş edemeyenin yaşayamayacağını öğrenmiş, koskoca derinlikte tek başına savaşmak zorunda kalan yavru bir fokun var olma savaşının zorlu bir iş olduğunu anlamıştım.
Belki de hiçbir yere götürmeyecek girdaplarla sarılmış bu yenidünyaya hazır değildim. Desteğe ihtiyacım vardı…
Karada yaşamayı beceremediğim gibi deniz hakkında da bilgim olmadığını anladım.

İlk şaşkınlığım geçer geçmez etrafımda daireler çizerek beni kollayan annemi gördüm. Onu görebiliyor ve sesini duyabiliyordum. Demek ki bu karanlık dünyaya
bırakılmış biri değildim. Sevinçle attığım çığlıkların suda yayılıp anneme ulaştığını biliyordum.



Beni izleyerek yüzüyordu şimdi, birlikte daireler çiziyorduk, arkamdan hiç ayrılmıyordu. Bazen yaramazlığımdan bazen denizin içindeki gizeme merakımdan geride kalıyor, arada sırada arkasına dönüp hala ardında olup olmadığımı kontrol eden annemi beni bekler buluyordum.




Artık sandığım kadar karanlık olmadığını anladığım sularda özgürce dolaşabiliyordum.
Büyümeme engel olan her şeyi karada bırakmıştım.. Bana dayatılan hiçbir kimlik olmadan sadece ben ve yaşamın ta kendisi içinde özgürdüm.
Zengin ya da fakir değildim, beğenilmek övgü görmek için çabalamam gerekmiyordu.


Burada orijinalim üzerinde oynamaya kalkan da yoktu. Kendimi olduğumla keşfedebilir ve geliştirebilirdim… Sudaki koşulların zorluğu karadaki sıcak evim kadar canımı hiç yakmadı.
Derinlerde yaşamak hayatı tanımayı kolaylaştırıyor… Sudaki hayata alışmıştım,
Zamanla karaya da alıştım.. her ikisini de yaşayabilme gücü güzeldi..
İki zamanlı tek bir süreç; ikisi birbirinden bağımsızmış gibi sıralarını şaşırmadan, uyum içinde bir arada olabiliyor ve beynim uyumu bozucu duyguları uzaklaştırmayı biliyor… Ustalaşmıştım.
Karaya çıktığımda bazen içim acıyordu acımasına ya denize dönüp onarıyordum
kendimi. Bundan böyle bana karada ve denizde ölüm yoktu!.. Büyümüştüm…

Yanlışlıkla karaya bırakıldığını düşünen, gökyüzünden onun gelip alacağına inanan beni bir kez daha yaratmıştım. Beni gerçek bir aşk doğurdu, kendime olan aşkımdan doğdum ben. O gelip denizkızını bulmalıydı.
Beni görür umuduyla sık sık su yüzüne çıkıp çığlık çığlığa bağırıyordum!
Ama gelmiyordu.
Zaman ilerledikçe ulaşılmazlığını kavramak beni sonsuz maviliğe oradan gökyüzüne itekliyordu.
Herkesin her şeyin yerine koyabileceğim düşsel sevgilime gereksinmem öyle fazlaydı ki, umudu elimden bırakmıyordum. Gidip onu aramaya yetecek cesaretim ve donanımım yoktu… Ama bir çoğulu kapsayan öyle birinin varlığını biliyordum.
Gözlerimden damlayan gözyaşları, ayrık otunun damarlarında can veren bir sıcaklık
olarak dolaşıyordu. Onu beklemeyi hiç bırakmamıştım… Bu bekleyiş yaşama motorum olmuştu.


Yaşam kendi mantığıyla sürüyor, benim belleğime kazınanlar yaşamı pek ilgilendirmiyordu.. Yine insanlarla az ayrıntılarla çok ilgiliydim..

Bazen çıplak ayaklarımı kumlara gömerek dalgaların kumun eteklerinde oluşturduğu çizgileri izleyerek yürürdüm. İki farklı dünyanın ayrım çizgisinde.. Yeni duruma uymak ve yaşamı dengelemek zaman alıyor. Düşümü sürdürürken kendimi gerçekliğe açık tutuyor, gerçeklik içinde düşümü asla yitirmiyordum.
İstediğim zaman karaya çıkıyor siyah örtülerin altında gerçeği arıyor, istediğimde sonsuz maviliğin derinliklerinde yeşilimsi-siyahımsı çamur birikintisinde değerli taşlar arıyordum. Böylece hem bilgimi geliştiriyor hem hazinemi güzelliklerle dolduruyordum. her şeyi böylesine dikkatli bir sabır ve güçle nasıl örttüklerine şaşırsam da, aynı istek ve emekle tersinin yapılabileceğini saptamak zor değildi.

Kuru bir toprağı ıslatmak nasıl bir duygu verir insana? Karanlığa ışık sızdırmak?
Yoksa her yer zaten sırılsıklamken yağmur yağsa ya da güneşe projektörlerle
Işık göndersek ne olur..?

Bilinmeyenin bizde yarattığı o çıldırtıcı merakın peşinden mi koşmalıyız yoksa
Saklı olana duyduğumuz korkuyla gerimi durmalıyız.
Ne yapmalıyız, bu hayatı nasıl yaşamalıyız?

Oysa yaşam olağanüstülüğüyle akıp gidiyor…
Yıldızlar defalarca yanıp sönüyor ve biz yaşlanıyoruz…

*****************************************




İnsanları ve yaşamı anlamak için daha derinlere dalmalıydım. Yeryüzünde suların derinliklerinde yaşananların aynısı yaşanıyordu
Derinlerde her şey hem çok güzel hem çok yoğun hem de çok korkunçtu. Bu arada yukarıda sürekli aşkı arıyor, o sanıp yanılıyor, üzülüyor yıpranıyordum. Kendi evrenimden kaçış her zaman koyu bir dönüşle noktalanıyordu.
Düşüncelerim herkesin yaşadığı dünyaya ait olsaydı bende bilebilirdim mutluluğu.
Mutsuz olmak mutluluğun anlamını arttırıyor, ona olan gereksinimi çoğaltıyor.
Bir bardak su gibi içebileceğim bir aşk arıyordum. O sanarak, deneyerek, her defasında gücümü biraz daha yitirerek gayret ediyordum. Ben aramasam onun geleceği yoktu… Denenmeliydi, çünkü denemeden doğruyu bulamayan biriydim.

‘Derinlere hiç ışık sızmıyor biliyor musun? Bazen kaybolmaktan, fark edemediğin bir canlı tarafından
Yutulmaktan korkuyorsun… o zaman kendini sakin bir limana saklıyorsun…’


Denizkızı olmak, bir düş nesnesi olmak kolay değil.

Tüm tehlikelere karşın derinleri özlüyorum.. Yaşamı yüzeyinden izleyebilen biri değilim. O neyi kapsarsa onun içinde olmalıyım… Kendi yaratıma, evrenime dönüş yolundayım…
Kendimi özledim ben... Geleceğim için hiç plan yapmıyorum.. Yaşam çoğunluğun isteğine uyulmadığında yardımımıza koşar biliyorum... Yürekten çağrı çıkarmaya görelim... duyar!... Defalarca deneyimledim... Ne zaman ''şöyle bir düzenim olsun'' deyip yaşamdan alıkoysam kendimi sıkıldım. İnsanın kendine ihaneti! Çirkin bir oyun bu! Ahlaksızlık!..

Hatalarım için korku ve suçluluk duymuyorum. Kendimi affediyorum…

Geçirdiğim dönem gereğinden fazla uzasa da, oldukça sakinim. Doğum sancıları yoğunlunda geçse de her gün, ben durgun sular gibiyim. Oysa doyasıya gözyaşı dökmek ya da doyasıya gülmek istiyorum. Kanatlanıp göğe çıkmak, cesaretlenip deniz diplerine dalmak istiyorum. İçim çığlık çığlığa bağırıyor… Çıkarttığım gizli çağrıya yaşamdan yanıt geleceğini biliyordum. İşte yalnızlığım bu noktada kayboluyor.

‘Aşk benim her şeyim biricik işim olabilirdi… Ama, ne kimsenin kimsesi oldum ne de kimse benim gördüğümü gördü,..’




Şimdi, hiç denemediğim planlar yapıyorum hayatım için. Aslında düzen değil tutkum.
Ben yine hiç saate bakmamalıyım. Yine burnumu bir şeylere sokup birilerini rahatsız etmeliyim. Yine ben, ama kendi düzeni içinde beni yaşatmalıyım.
Bazen bir çocuğun evden kaçışı gibi düzenimin içinden çıkıp yaratamazlık yapmalıyım.
Sonra yine dönüp gülmeliyim her şeye… Üzülüp düşünmeliyim.
Eskisi kadar gözü kara olmasa da sağlam bir bakışım var hayata. Hala kendimim…



Yaşamımın yön değiştireceği anın farkına varmadan denizdeki taşlarla oyuna dalmıştım. Bana yakın bir ses, bir kokuydu duyduğum... Başımı kaldırıp bakmak zorundaydım.
Elimdeki taşları temizlemeye çalışırken bir anda karşımda beliriverdi
O muydu, gelmişimiydi… İçim karıştı… O muydu yoksa yine içimi karartacak birimiydi, soramazdım…
Elini uzattı, hiç düşünmeden elimi uzattım. Her şeyin bir anda değişebileceğine inancım o gün başladı.
Derin bir uykudan uyanmış gibiyim… Bu beni ne üzüyor ne sevindiriyor sadece bir fark ediş…
Kaybolmasından korkuyordum; hiçbir şey söylemeden bakıyorum ona… İnsan hayaliyle karşılaşınca ne yapabilir?
Sürekli sorular soruyor; beni sarsıyor karmaşıklaştırıyor ruhuma attığı küçücük taşlarla dalgalar yaratıyor… İzliyor, onaylıyor arada gülümsüyor… Anlatabileceklerimin tümünü ona anlatıyorum… Bazen masum gözlerle bakıp öylece kaldığını fark ediyorum.
Onunla konuştukça ben oluyorum yeniden… Her şeyimi ona anlatıyorum… . Sadece bana kendinden söz et dediğinde donuyorum bir an; sade, tekdüze hikâyelerim yok ki benim.
İçimi bir ona döktüğümü fark ettim… Beni nasıl algıladığı önemli değildi… Beni tuhaf bulmasından korkmuyorum. Belki o yaptı bunu… Hiç kimse içimi böyle kıpırdatamamıştı. O dalgaları bir o yaratabilirdi… Belki bunu bilerek yapıyordu, bundan sadistçe bir zevk alıyor da olabilirdi, bilmiyorum. Kendinden hiç söz etmiyor; bunu bana yasaklıyor, buna karşın yanlış bir bilgide vermiyor. Bende sormuyorum…
Kendisi hakkında saklı tutmak istediği ne varsa kalsın onda, ben en önemli yerine içine dalıyorum. Gitgide derinlerine inmek istediğimden habersiz biliyorum (?)
Sadece gitmemesini istiyorum… Yok, olmasından korkuyorum…




Normalde pek konuşmayan biriyim. Bir insanı boğacak kadar hem de…
Ağzımdan çıkan her sözün yankısı ondan bana dönüyordu. Sakin mizacıma heyecan dalgaları yerleşiyor, konuştukça konuşuyordum… Ona döktüğüm her şeyin nerelerden kopup geldiğini bir onun bileceğini anlamıştım. Ağzımdan çıkan her sözün nereye gideceğini bildiğimden olacak kendimi engellemiyordum.
Sorularında ki biçim, beni kesik soluklarla karşılaması ele veriyordu onu…
Çok tuhaf! O beni sorularıyla, bense onu yanıtlarıma verdiği tepkilerle tanımaya çalışıyorum. Aslında sormak gibi bir tarzım da yok… Ondan aldığım küçük işaretlere
Öylesine dikkatliyim ki, O çok tatlı biliyorum… Tanrı olabilecek kadar insan…
Ancak tanrıya olabilecek bir aşkla seviyorum onu… ‘ Seni Seviyorum’ dediğimde; sadece gülümsüyor… Bu gülümsemeyi ve bazı söylediklerini yorumlamaktan kaçınıyorum. Ya ona tutunmak isteyeceğimden ya da bana tutunmasını bekleyeceğimden korkuyor olmalı… ‘ Tutunanlardan değilim’ diyemedim ona..
Benim sevdiğim her şeyin ne denli uzaklarda olduğunu ; ‘ Sevgim hep uzaklaradır’
demedim.
Ben kendimle iyiyim… Sense zaten bendesin, Öyle içimdesin ki; koşarak gelsen de daha yakınımda olamazsın… Bundan yakın olamazsın bana…

Yaklaşmaktan, ona yakınlaşmam dan korkuyor… Ne istiyorum, ne de ona doğru çaba gösteriyorum… Belirdiği anda düşlerime, oradan düşüncelerime yayılarak büyük bir arzuya dönüşmek üzere sıfır noktasında yerini almıştı. Görüntüsü belleğime kayıtlanmış şifrelenmişti.



Vücuduna yerleşik yaşayan biri olmadığını da biliyorum. Günümüz insanın dan çok farklı o,.. Nerede görsem tanıyabileceğim kimseye benzemeyen özellikleri var. Onda olanları, git gide fark ettiğim her şeyi
Yokluğunda ezberledim ben. Gezgin hayatımda ne bulamadıysam karşıtını çizdim.
Belki bir resimdi sevdiğim, ama benimdi. Onu ben yarattım… Acıyı deney imleyerek;
Üşüyerek, canım yanarak, yalnız kalarak… her şeyimi olmayandan var ettim.
Bu yüzden olacak; yaratma fırsatları verdiği için yokluğu severim…
Bilgilerimi doğru bulmadığım şeylerden, hazinemi gördüğüm çirkinliklerden çoğalttım ben.
İçimdeki aşkı; donuk, içi boş, acımasız ne varsa onlardan yarattım. Önce kendim doğdum, sonra yansımamı yarattım. Kendimle ne denli huzurluysam iç rahatlığıyla ancak onunla mutluluğu yaşayabileceğimi biliyordum. Benim gibi birini arayan bir tek kişi olmalıydı. Bekledikçe değerini arttırdı… Ona öyle gereksinimim vardı ki bu bekleyiş tutkuya dönüştü. Benim tanrım oydu… Yeryüzünde olamazdı…
Deniz de de yoktu… Tek umudum gökyüzüydü… Bu umudu içimden hiç atmadım. Ya o gelecek ya ben göğe çıktığımda onunla olacaktım.
O düşsel sevgilimin ta kendisiydi. Göklerden geldiğini söylediğinde ise kalbimin nasıl attığını biliyorum. Ben donmuştum ve kalbim durmak bilmiyordu. Gördüğüm anda onu tanıyacağımı, onun aşk olduğunu, benim aşkımın nesnesi olduğunu… Söyleyemezdim…
Görmediğim anda anladım onun aşk olduğunu, hep onu bekleyip hep onu düşüneceğimi.
Onu çarçabuk tanıdığımı anlamasını istemiyor, kalbimin gümbürtüsünü duymasın diye elimden geleni yapıyordum. Etrafımda havai fişekler atılıyor, top sesleriyle sarsılıyordu evren.
Ne oluyor? Kendimi yatıştırmalıyım. Yüreğimin dinginliği nasıl da altüst oldu (?)
Yüzü batan güneşin yerinden doğmuş yepyeni bir gezegen olmuş dünyamı aydınlatıyordu. Hep karşımda orada dursa, bende yerimden kıpırdamayacaktım.
Bana beklemeyi öğreteceğini sanıyor… Ne denli onu beklediğimi bilmiyor… Yaşamımı onun uğruda sürdürebileceğimi en tanrısal bekleyişimi onun üstüne kurduğumu bilmiyor. Beklediğim gök tanrım olduğunu asıl gerçeğim olduğunu bilmiyor.



Derin maviliklerden geldiğimi anlar mıydı?

Yepyeni bir mevsim başlıyordu; tipik özellikleri olmayan, sınırları belirsiz bir mevsim.
Bu mevsim Gök tanrımla başladı… Derin ve uzaklardaydı. Sıcak gözyaşlarım yanaklarımdan aşağıya yuvarlandı. Âşık olmuştum.




Görüntüsü yaşamımı avucunun içine aldı ve onu bekleme, onu aramakla gerçek dünyadan uzaklaştım. Benim için dünyaya açılan kapının önünde duruyordu.
O ki gelecek umudu kalmayan bu evde, capcanlı rüzgârlar estirerek yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hatırlatan tek kişiydi.

Bekledikçe korkularım artıyor… Olur olmaz düşünceler uçuşuyor beynimde; Gökyüzüne çıkıp yok olmasından korkuyorum. Bin güne uzayan bir günlük bekleyiş
Bana korkuyu öğretti. Ve korktuğum başıma geldi, güneş suya gömüldü batıp gitti.
Gök tanrım gelmedi. Beklenen her şey gibi geciktikçe değerini arttırıyordu.

Nasıl olup da tam benim bulunduğum sahile çıkmıştı! Bekleyen biri olduğunu hissetmiş olmalıydı… Saçmalıyordum, bilemezdi.
Tümüyle yok olursa ne yaparım bilmiyorum. Kendimden acı alıyorum… Sonu yok insan acısının…

Yaşanabilecek insana ait her duyguyu en üst düzeyde ancak onunla yaşayabileceğimi biliyorum…Paylaştığımız zamanı sevdik… Zamanının yetmediğini ikimizde hissettik… Sürekli konuşuyor, birlikte düşünüyor, buluyor bazen diğerlerine birlikte gülüyorduk..
Yaşamım süresince olan konuşma toplamından daha fazlaydı söylediklerim…
İki ayrı vücutta tek ben gibiydik… Duyumsamalarımız, sözcüklerimiz sık sık çakışıyor; Bundan şaşkınlıkla karışık bir zevk alıyorduk…
Milyonda bir diyebileceğim yığınla şey yaşadık…
Birbirimiz üzerinde saygı uyandırdık. Bunlar doğru; ama başka bir şey var.
Biz özel bir şeyleri gerçekleştirebiliriz. Lütfen dön, kaçırma bunu, kaçırmayalım!..
Bu karşılaşma çok önemli bir hale gelebilir… el deymemiş yığınla şeyi birlikte keşfedebiliriz…
Hayatının kıyısından geçen biri olamam ben. Sen hayatımın kıyısından geçip gidemezsin.
Biz özel bir şeyleri yaratmak için çaba gösterdik… Gülümsemeden ‘ gidiyorum’ demeden yok olursan neye yaradı yaşadıklarımız (?) Sana söyleyemediğim öyle çok şey var ki…
Bu dünya da gerçekten var olduğunu biliyorum….. Şükür ki biliyorum. Korkum; gökyüzüne çıkıp kaybolman… Sadece başka bir hayatta, ama var olduğunu bilmek yetiyor... Yine içimde yaşayacağımı, bunun canımı yakmayacağını biliyorum.
Düşünden seninle çıkan ben, sen yok olunca kimsesiz olacağımı da biliyorum…




Onun belirip kaybolduğu yerden hiç ayrılmıyorum. Sessizce mırıldanıyorum, ‘Gelecek! Yine gelecek!’ Umudumu yenileyerek yerimden kalkıyorum… Bu umutlu anı başka insan yüzleri bulutlandırmaması için yüzümü denize dönüyorum, kendimi inanılmaz bir bağlılık içinde hissediyorum. Onun uydusu olduğumu onun uğruna yaşamımı harcayacağımı biliyorum.
Denizin yüzeyinden gökyüzünü izliyorum… Yine, onun çıkıp geleceğini düşlediğim aynı noktaya bu kez yok oluşunu anlamak için bakıyorum. Bunu anlayana dek canımı son
dayanabileceği ana dek acıtmak istiyorum… Cam kırıkları dolu bir yolda anlayana dek yürümek istiyorum…

Düşümden geldiğini sandığım bir sesle yerimden fırladım! Derinime işleyen bir müzik.
Gök tanrımın sesi bu. ‘Ben varım!’ diyor. İçimdeki bütün ipler dolanıp, bütün düğümler çözülüyor; bütün dağlar düzlüğe dönüşüyor… Bir karmaşa, belirgin bir tersine dönüş, yakıp yıkan, onarıp sağlamlaştıran hepsi bir an da boğuşuyorlar.
Ona uçsuz bucaksız bir aşkla bağlı olduğumu biliyorum.
Onun sesiyle o olmadan ne denli yalnız olduğumu daha iyi anladım.
Bir anda rahatladığım anı unutabilir miyim? Sevincim, daha birkaç an öncesine kadar yaşadığım her şeyi silip süpürdü. Şimdi, dışarıdan başkasına ait bir filmi seyreder gibiyim.
Evet, hayat düşüncelerden büyükmüş, bunu anladım. Uzun zamanlara büyüyen bu kısa süreç içinde düşündüğüm her şey, korkularım buharlaşıp uçtu.
Hayata bakarken aynılaştığımızı fark etmiştim de, beni aynı yoğunlukta sevebileceğini düşlememiştim bile… Beklememiştim…


Çoğu şeyde birlikte hareket ettiğimiz gibi; aynı anda ‘ Aşığım sana ‘ dedik.
Aşk ta da birlikteydik… Muhteşemdi!. Bu; birlikte sevinip acı çekeceğimiz, birlikte gülüp hüzünleneceğimiz… Tek bir insanın yapabileceği ne varsa birlikte aynı anda yaşayacağımız anlamı taşıyordu. Yıldızlara çıkıp kendimizi oradan izleyeceğimizi
Anlıyorum…
Yerde miyiz, gökte miyiz, denizde miyiz bilmiyorum. Hepsini kapsayan, hepsinden ayrı bir bileşke bu. Bizim için öyle bir an geldi ki; içimizdekileri kuluçkaya yatırmaktansa başka bir boyuta geçiverdik. Kuşkusuz bunu belirgin bir bilinçle yapmadık. Kimsenin olmadığı, bilmediği bir boyut. Bizim yaratımız ve bize ait olan…
Dikkatimizi çevirdiğimiz sevgi olduğu için; Sevgi ve neşe içinde yaşayabileceğimiz bir yer burası…
Kendimizi doğamıza, gerçekte kimsek ona teslim ettiğimizde yaşıyor oluruz ancak.
Nedensiz, koşulsuz, sınırsız sevgiyi özgürce yaşayacak ve şimdiyi oluşturan bu öykü bir başyapıta dönüşecek.

BEN VARIM!
SENVARSIN
BİZ VARIZ!









ÖYKÜDEN 2. ÇIKIŞ




Kendimden acı alıyorum… Sonu yok insan acısının…

Her şey; kalbimdeki alışkanlıkları ya da en içten düşüncelerimi yaralıyor.
Benim düşüncelerimde aşk, çok derin bir yerlerde olmalı; tadına doyulmaz gerçekler dünyası, birbirini tamamlayan beğeniler, acılar dünyası, cana can katan sözler, sevgilimin gelmesiyle taşan sevinç, amaçsız bir bekleyiş…
Bu dünyanın ölçüleriyle anlatılamaz bir şey.
Dibi delik testilerle bilinmeyen uzaklıklara su taşıma inancı...

O görkemli çiçekler nerede açıyor? Kim yalan söylüyor , ben mi?..

Kurduğum dünya ne hoşmuş meğer. Çünkü mutluydum… Evet, mutluluğun ne anlamana geldiğini biliyordum. Mutluluk yalanda olsa kendine bir dünya kurabilmekti ve herkesin inadına bunu başarmıştım. Mutlu olabilmek için ise kaynağım çoktu.
Değer, değersizlik, değerlendirilme umurumda değildi.

Sevgi… Gülüyorum bu sözcüğe! Hele ‘bir insanın bir insanı sevmesi’ cümlesine daha çok gülüyorum. Gülerken gözlerimden yaşlar boşalıyor, ağlıyorum…

Hani seninle paylaştığımız zamanı takvimle karşılaştırdığımızda şaşırıp kalıyorduk ya; sanki seni bekleyeli yıllar geçti… Uzun bekleyiş, görülmesi gerekenlerin önüne seninle set çekerek sürüyor, için için kanayan yaram büyüyor… Neden gelmiyorsun? Neden? Neden?

Demek hiç bitmeyecek, hep bekletecek…
Bir tek kişiye delice saplanışın bedelini ödüyorum.
Aşk, yüzde yüz harika ve yüzde yüz berbat bir şeymiş. En büyük güven duygusu ve en yoğun tehlike. İnsanın kendisi hakkında en çok yanıldığı dönem olmalı.




Güneşin henüz doğmadığı şu saatlerde gökyüzü noktacıklarla dolu bir boşluk…
Ufukta bir şey arayan kişi, aradığının ne zaman nerede olduğunu bilmeli. Zaman, yer ve hedef bilmeden özlenene ulaşmak olanaksız. Gökyüzünü incelemem deki aşırılığın nedeni bu olmalı.
Bazı şeyler birbirine uzak olmaya yazgılı. Düşler yıldızlar kadar parlak, onlar kadar uzak mı olacak hep?..

İyi, hayata inanıyorum, ölmüyorum ama o gelmeli, aşkın öteki yakası, uç uca gelmeyen öteki yakadan diğeri gelmeli; Benim için endişelenmeli, yürekten sarılmalı bana, canlandırmalı. Zor durumum da yanımda belirmeli. Gelmiyor…

O na, uzaktan bakan sokak lambası gibiyim… Her uçup gittiğinde tek yapabileceğim şey; nereden çıkabileceğini bilmeden boşluğa bakmak… Onun istediği zaman dönüşü olabileceği yerdeyim.
Zaman, yer her şey belirsiz ve belirsizliği içinde o olduğu için ilk defa sevdim.
Dedim ya, aşk kendisi hakkın da yanıltıyor insanı.

Yine karşımda, ona bakıyorum bıkmadan… Öyle daldım ki, nasıl yok olduğunu anlayamadım. Yoktu… Şaşkınlıkla aradım… bulamadım…. Yoktu.. Ve hissettiklerimi artık tanıyordum… Bana daha önce hiç bilmediğim farklı renk ve biçimlerde duygular yaşatıyordu. Ancak onunla yaşayabileceğim şeylerdi… O benim tek Aşkım!

Aşkımın nerede ve kimlerle olduğunu bilmiyorum… Belki o benim gibi tek başına kalmıyordur. Hayatın geçici bir durum olduğunu keşfetmiş biri olarak, ayakta durma
gücü bulabiliyordum. ‘’Birazdan kalabalık dağılır, umutsuz çıkıp giderler’’ 
İşte bu yüzden acı çekmiyorum. Tanrımı oyunlarıyla baş başa bırakıyorum.
baş edemeyeceğim içinden çıkamayacağım bir şey bu!
Böyle anlar hafif bir sallantı yaratıp gidiyor. Onunla aramızda sayısız iplerden bir kaçı kopuyor, sonra onları dikkatlice, sevecenlikle onarıyorum… Can yeleğini çıkarır mı hiç yüzme bilmeyen, bende can yeleğime sıkı sıkı sarılıyorum.




Oramı buramı budasan da, benim bütünüme nasıl yayıldığını unutabilir miyim?
Yeryüzünde görebileceğim tüm kötülükleri sen yaratmış olsan da, beklemeyi dünyayı hiçe saymayı öğrettiğin için borçluyum sana. Bu böyle olduğu için sen benim Tanrımsın!


Topla tüm bu satırları, yaşadıklarımıza vur. İçinde bir şarkının ağladığını duyarsan;
Koşup, çevirir bu öyküyü yağmurlar acıyı vurur suratına! Yanaklarından akarım…


Öykünün dibine de çok var daha,
Yalnız kulaç atmak zor soğuk sular da…
Seni görmek için başka hiçbir şey görmeyen gözlerime bir kez, bak!
Kendini görür; belki, gitmez kalırsın burada…

Düşümün gerçeğe düşeceği an kırılacağını biliyorum… Onu sıkıca defterimde tutuyorum…


Hiç yorum yok: