Sivil Toplum - Kelime Anlamı - Tarihsel Gelişimi
Sivil toplumun etimolojik kökenine baktığımızda, kelimenin Latince civils, civilius kökeninden geldiğini görürüz. Bunun da anlamı medeni, şehirli, şehir hayatına adapte olmuş olan vb.dir. Fransızca "askeri olanın karşısında olan" anlamında kullanılan sivil toplum, tarihsel süreç içerisinde "devletten olmayan", hatta yer yer "devlete karşı olan" anlamını da taşımıştır. Sivil toplum kavramı, günümüzdeki anlamına pek paralellik göstermese de ilk defa Platon'da karşımıza çıkar. Platon, transandantal devlet anlayışının tarihsel temelini oluşturur.
Seçkinci ve hiyerarşik bir yönetim modeli oluşturur ve devlet yönetiminin bu seçkinlere devredilmesini, malların toprağın devlete bırakılmasını öngörür. Aynı dönemde Aristo da sivil topluma dair açıklamalar getirir. "Yurttaşlık, sivil toplumun ta kendisidir" der. Böylece devlet-sivil toplum ayrımına antik dönemde henüz gidilmediğini, devletin; toplumun bir kurucusu, yürütücüsü olarak algılandığını gözleyebiliriz. Bu aşkın devlet anlayışı, daha sonraları skolâstik düşüncenin de etkisi altında kalarak aydınlanma dönemine kadar etkisini/varlığını hissettirmiştir. Aydınlanma dönemindeyse dini düşüncenin saptırılması ve insani düşünün önüne geçmesine karşı bir başkaldırı, bir düşünsel devrim gerçekleşmiş ve düşüncede özgürlük, özne, birey gibi kavramlar ortaya çıkmıştır. Tüm bunlar, tarihin sosyal, siyasi ve ekonomik çizgisine müdahalede bulunmuş; ardından sivil toplumun da temel aldığı bireyci düşüncenin gelişmesini sağlamıştır. Siyasi-ekonomik-sosyal yapıdaki yeni kriterler, eskinin kalıplarını karşılayamaz olmuş ve sivil toplum kavramı, bünyesine yeni anlamlar kata gelmiştir. Transandantal (aşkın) devlet anlayışından instrumental (araçsal) devlet anlayışının hâkim olmasıyla birey-devlet arasındaki ilişki ve hiyerarşinin yönü değişmiş, bundan böyle birey; yaşantısında, devlet organını araçsal bir zeminde kullanmaya başlayarak bütün bir varoluşunu devletin kutsal yapısına bağışlamaktan vazgeçmiştir (yeni paradigmanın gerektirdiği budur). Ve paradigmadaki bu değişiklik sivil topluma yüklenen anlamlarda da değişikliklere sebep olmuştur. 18. ve 19. Yüzyılda sivil topluma dair geliştirilen fikirler incelendiğinde devlet-sivil toplum ayrımının yavaş yavaş yapılmaya başlandığı görülecektir. Bu dönemin önemli filozoflarının sivil topluma dair düşüncelerini inceleyip ardından sivil toplumun geçirdiği evreleri Ali Yaşar Sarıbay'ı referans göstererek açıkladığımız vakit, sorumuzun cevabını kısmen de olsa verebileceğimizi düşünüyorum.
Hobbes'e göre sivil toplum sözleşme temellidir. Bireyler toplumsal etkinliklerini düzenlemek için devleti kurmuştur. Burada devlet-sivil toplum özdeşliği vardır. Rousseau da mülkiyeti korumak ve barış içinde yaşamak isteyen bireylerin genel iradenin etkisinde olan sivil toplumu oluşturduğunu söyler. İki düşünüre göre de sivil toplumun kurulmadığı toplum insanların doğal halde yaşadığı, mal ve can emniyetinin olmadığı toplumdur. Transandantal devlet anlayışını belki de doruk noktasına ulaştıran Hegel ise sivil toplumun bir etik oluşturduğunu ve bireylerin çalışma, hırs, rekabet gibi yönlerine vurgu yaptığını söyler. Aşkın devlet anlayışının bu sivil toplum anlayışına uyarlanması ise bizi, devletin güçlü ve kuşatıcı bir sivil toplum aracılığıyla ortaya çıkaracağı sonucuna götürür. Yani Hegel'e göre sivil toplum, aşkın devlete bir geçiş aşamasıdır. Marxist anlayıştaki sivil toplum ise, üretim tüketim ilişkilerini belirleyen burjuvazinin, toplum üzerinde kurduğu egemenliğin zeminini oluşturur. Böylece iktisadi bir yaşamın temelleri üzerine yükselen sivil toplum, Hegel'ci görüşün tam aksine siyasi hayatı belirler demiştir. Ve sivil toplumun, proleter devrimle yok olacağını ön görür. Diğer bir düşünür olan Gramsci ise, sivil toplumun oluşumunu hegemonya ve rıza kavramları ile açıklar (bir sosyal grubun toplum üzerindeki hegemonyası). Hegemonyanın politik ayağını devlet, kültürel ayağını da sivil toplum oluşturur. Hegel'in tam aksine, Gramsci'de devlet, bu hegemonyanın son bulmasıyla ortadan kalkacaktır. Araçsal olarak sivil topluma yaklaşanlar da liberal düşünürlerdir. Locke, Ferguson, Mill… devleti birey karşısında bir zorunluluk olarak görmez. Devletin amacı bireylerin bütün bir toplumsal yaşantısını belirlemekten ziyade, onun kolektif eylemlerine aracılık etmesi gereken bir kurumdur. Devletin aracılığı, bireylerin mal ve can güvenliğini sağlama yönünde şekillenmelidir. Yani devletin öyle kutsal, dokunulmaz, fetişleştirilmesi gereken bir yanı yoktur.
Sivil toplum anlayışlarını düşünürler üzerinden giderek sistematize etmeye çalıştım. Bu kavramın tarihsel gelişimini kuramsal olarak inceleyecek olursak: 1. Sivil toplum kavramı en başta "bir devletin üyesi olmak" la eş anlamlı kullanılmıştır. 2. aşamada sivil toplum içindeki bağımsız toplulukların kendilerini devlete karşı savunmaları söz konusu olmuştur. 3. aşamada, sivil toplumun sebep olduğu çatışmaları devlet müdahalesi ile gidermek söz konusu olmuştur. Son aşamada ise, 3. Aşamadan kaynaklanan devlet müdahalesinin sivil toplumu yok edeceği düşüncesine tepki olarak gelişen bir anlayış vardır. Böylece sivil toplum devlet karşısında tekrar savunmaya (ve yer yer saldırıya) geçmiştir.
Sivil toplumun etimolojik kökenine baktığımızda, kelimenin Latince civils, civilius kökeninden geldiğini görürüz. Bunun da anlamı medeni, şehirli, şehir hayatına adapte olmuş olan vb.dir. Fransızca "askeri olanın karşısında olan" anlamında kullanılan sivil toplum, tarihsel süreç içerisinde "devletten olmayan", hatta yer yer "devlete karşı olan" anlamını da taşımıştır. Sivil toplum kavramı, günümüzdeki anlamına pek paralellik göstermese de ilk defa Platon'da karşımıza çıkar. Platon, transandantal devlet anlayışının tarihsel temelini oluşturur.
Seçkinci ve hiyerarşik bir yönetim modeli oluşturur ve devlet yönetiminin bu seçkinlere devredilmesini, malların toprağın devlete bırakılmasını öngörür. Aynı dönemde Aristo da sivil topluma dair açıklamalar getirir. "Yurttaşlık, sivil toplumun ta kendisidir" der. Böylece devlet-sivil toplum ayrımına antik dönemde henüz gidilmediğini, devletin; toplumun bir kurucusu, yürütücüsü olarak algılandığını gözleyebiliriz. Bu aşkın devlet anlayışı, daha sonraları skolâstik düşüncenin de etkisi altında kalarak aydınlanma dönemine kadar etkisini/varlığını hissettirmiştir. Aydınlanma dönemindeyse dini düşüncenin saptırılması ve insani düşünün önüne geçmesine karşı bir başkaldırı, bir düşünsel devrim gerçekleşmiş ve düşüncede özgürlük, özne, birey gibi kavramlar ortaya çıkmıştır. Tüm bunlar, tarihin sosyal, siyasi ve ekonomik çizgisine müdahalede bulunmuş; ardından sivil toplumun da temel aldığı bireyci düşüncenin gelişmesini sağlamıştır. Siyasi-ekonomik-sosyal yapıdaki yeni kriterler, eskinin kalıplarını karşılayamaz olmuş ve sivil toplum kavramı, bünyesine yeni anlamlar kata gelmiştir. Transandantal (aşkın) devlet anlayışından instrumental (araçsal) devlet anlayışının hâkim olmasıyla birey-devlet arasındaki ilişki ve hiyerarşinin yönü değişmiş, bundan böyle birey; yaşantısında, devlet organını araçsal bir zeminde kullanmaya başlayarak bütün bir varoluşunu devletin kutsal yapısına bağışlamaktan vazgeçmiştir (yeni paradigmanın gerektirdiği budur). Ve paradigmadaki bu değişiklik sivil topluma yüklenen anlamlarda da değişikliklere sebep olmuştur. 18. ve 19. Yüzyılda sivil topluma dair geliştirilen fikirler incelendiğinde devlet-sivil toplum ayrımının yavaş yavaş yapılmaya başlandığı görülecektir. Bu dönemin önemli filozoflarının sivil topluma dair düşüncelerini inceleyip ardından sivil toplumun geçirdiği evreleri Ali Yaşar Sarıbay'ı referans göstererek açıkladığımız vakit, sorumuzun cevabını kısmen de olsa verebileceğimizi düşünüyorum.
Hobbes'e göre sivil toplum sözleşme temellidir. Bireyler toplumsal etkinliklerini düzenlemek için devleti kurmuştur. Burada devlet-sivil toplum özdeşliği vardır. Rousseau da mülkiyeti korumak ve barış içinde yaşamak isteyen bireylerin genel iradenin etkisinde olan sivil toplumu oluşturduğunu söyler. İki düşünüre göre de sivil toplumun kurulmadığı toplum insanların doğal halde yaşadığı, mal ve can emniyetinin olmadığı toplumdur. Transandantal devlet anlayışını belki de doruk noktasına ulaştıran Hegel ise sivil toplumun bir etik oluşturduğunu ve bireylerin çalışma, hırs, rekabet gibi yönlerine vurgu yaptığını söyler. Aşkın devlet anlayışının bu sivil toplum anlayışına uyarlanması ise bizi, devletin güçlü ve kuşatıcı bir sivil toplum aracılığıyla ortaya çıkaracağı sonucuna götürür. Yani Hegel'e göre sivil toplum, aşkın devlete bir geçiş aşamasıdır. Marxist anlayıştaki sivil toplum ise, üretim tüketim ilişkilerini belirleyen burjuvazinin, toplum üzerinde kurduğu egemenliğin zeminini oluşturur. Böylece iktisadi bir yaşamın temelleri üzerine yükselen sivil toplum, Hegel'ci görüşün tam aksine siyasi hayatı belirler demiştir. Ve sivil toplumun, proleter devrimle yok olacağını ön görür. Diğer bir düşünür olan Gramsci ise, sivil toplumun oluşumunu hegemonya ve rıza kavramları ile açıklar (bir sosyal grubun toplum üzerindeki hegemonyası). Hegemonyanın politik ayağını devlet, kültürel ayağını da sivil toplum oluşturur. Hegel'in tam aksine, Gramsci'de devlet, bu hegemonyanın son bulmasıyla ortadan kalkacaktır. Araçsal olarak sivil topluma yaklaşanlar da liberal düşünürlerdir. Locke, Ferguson, Mill… devleti birey karşısında bir zorunluluk olarak görmez. Devletin amacı bireylerin bütün bir toplumsal yaşantısını belirlemekten ziyade, onun kolektif eylemlerine aracılık etmesi gereken bir kurumdur. Devletin aracılığı, bireylerin mal ve can güvenliğini sağlama yönünde şekillenmelidir. Yani devletin öyle kutsal, dokunulmaz, fetişleştirilmesi gereken bir yanı yoktur.
Sivil toplum anlayışlarını düşünürler üzerinden giderek sistematize etmeye çalıştım. Bu kavramın tarihsel gelişimini kuramsal olarak inceleyecek olursak: 1. Sivil toplum kavramı en başta "bir devletin üyesi olmak" la eş anlamlı kullanılmıştır. 2. aşamada sivil toplum içindeki bağımsız toplulukların kendilerini devlete karşı savunmaları söz konusu olmuştur. 3. aşamada, sivil toplumun sebep olduğu çatışmaları devlet müdahalesi ile gidermek söz konusu olmuştur. Son aşamada ise, 3. Aşamadan kaynaklanan devlet müdahalesinin sivil toplumu yok edeceği düşüncesine tepki olarak gelişen bir anlayış vardır. Böylece sivil toplum devlet karşısında tekrar savunmaya (ve yer yer saldırıya) geçmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder