Bu Blogu Takip Et

Sayfalar

Translate

29 Temmuz 2010 Perşembe

Mekânların kuruluşuna (ve yıkılışına), müziğe, resme, şiire ve dile dair konuşmaya başlayınca ortaya ne çıkar?

“Heyecan olmazsa fazla düşünce ortaya çıkmaz.”
Portzamparc

“Şiirsel bir mimari içinde yaşanmasına engel olunarak insanlığa ne yapılmaya çalışılıyor? İyiliklerinin istenmediği kesin!”
Sollers


İki farklı göz, aynı noktalara başka açılardan bakarsa ne olur? Biraz daha açık konuşalım: Bir mimar ve bir yazar, uzun zamana yayılan tanışıklıklarının rahatlığıyla dünyada olup bitenlere; mekânların kuruluşuna (ve yıkılışına), müziğe, resme, şiire ve dile dair konuşmaya başlayınca ortaya ne çıkar?

Christian de Portzamparc ve Philippe Sollers, Görmek ve Yazmak başlığıyla yayımlanan kitapta, koyu bir sohbete dalarken tartışmalarının sınırını olabildiğince geniş tutuyor. Mimarlık açısından bakınca kentin kuruluşu, yapılandırılan şehirdeki karmaşa ve dolayısıyla yaşamın çetrefilli hali, yazarın sözcüklerle katkısı; nihayet bu ikisinin buluşmasıyla beliren ilginç diyaloglar…

Görmek ve Yazmak’ın ana eksenini oluşturan “başka türlü var olan özgünlükler” de bu şekilde gün yüzüne çıkıyor. Kim bilir, Héléne Bleskine’in dediği gibi bu biçem ya da var oluş “kentin karmaşıklığına çekidüzen verebilir.” Buradan bakınca, Portzamparc ve Sollers’in tartışmasını “görme yetisine sahip” iki entelektüelin geniş geniş konuşması diye niteleyebiliriz kolaylıkla.

KONUŞMAK, DİNLEMEK, GÖRMEK
Tartışmanın başında her iki isim de bir milatla; 11 Eylül’le söze giriyor. Portzamparc, o gün yerle bir olan ikiz kulelerin mimari ve yapısal özelliklerine değiniyor. Kuru bir mimari değiniş değil, orayı yıkanın gerçekte ne olduğunu edebi bir dille anlatıyor. Onun için, kulelerin bir özelliği var ve bunun üzerinde ısrarla duruyor:

“Bu kulelerin soyutluğu, insan bedenini inkâr etmiyor, onu başka bir yere taşıyor, mekânsal ve tinsel olarak (…) Öte yandan kuleler mimari bir başyapıt ortaya koyma amacıyla yapılmış değildi, bu çağın gerektirdiği bir şeydi. Her şeyin ötesine geçtiler, çünkü uçsuz bucaksızlardı. Soyutluklarını çok güçlü kılan da bu boyuttu.”

11 Eylül’le molozlaşan yalnızca kuleler miydi? Portzamparc’a göre bunca büyük bir soyutlamaya neden olmuş o yapının yanında alıp götürdüğü bir bakıma modernitenin estetik anlayışından bir örnekti. Burada hem Portzamparc hem de Sollers’in kabul ettiği bir gerçek var: İkiz kuleler simgeydi ve simgelediği şey, yeni din, yani paraydı. Kuleler bu dinin merkeziydi.

11 Eylül saldırıları ile ilgili pek çok şey yazılıp söylendi. Hani neredeyse tüm bunlar kabak tadı vermeye de başladı. Ama burada özgün olan, Sollers’in yaklaşımının yanında, özellikle Portzamparc’ın mimar gözüyle yaşananları sorgulaması, buna hem edebi hem şiirsel hem de eleştirel boyut katması.

İkilinin daldığı bir başka derin konu da dil-düşünme ilişkisi. Yoğunlaştıkları ana nokta, görme-algılama, dil ve anlamlandırma bağı. İşin içine felsefe de giriyor şiir de. Geminin dümeni, bir Descartes’a bir Heidegger’e oradan da Rimbaud’ya kırılıyor. Logos’un derleyici toparlayıcılığı, burada iki konuşmacının da aklının bir kenarında bulunuyor: Dili, kenti, dünyayı ve yaşamı düzenleyen logos…

Sollers’in tüm bunlar arasında kafasına takılan şeyler var. Rimbaud’nun “düşünceyi bulup çıkaran düşünce” belirlemesi üzerine zihin yoruyor ve arka arkaya sorular sıralıyor: “İnsanlar neden algılamayı kendine yasaklıyor? Birileri mi yasaklıyor yoksa? Yoksa bu yasaklama aracılığıyla korunduklarını mı düşünüyorlar?” Bunlar dışında, Sollers’in “Dil olmaksızın düşünülebilir mi?” ve “Dil dışında mimari bir düzen sağlanabilir mi?” sorularına, Portzamparc’ın bir yanıtı var elbette: Tüm mimari yapılandırmalar bir yana, “fikirleri en hızlı şekilde, küçük maketlerle ya da çizimlerle denemek gerekiyor; sonrasında kendini ifade edebilmek için söze geri dönüyorsun.” Peki, ya mimar kim? Portzamparc mimar, dil ve mekân konusuna şöyle giriyor: “Mimar, kesinlikle, duygularını yönlendirmeyi, onları düşünmeyi öğrenmek zorunda olan biridir. Çalışmaya başladığımdan beri şunu düşünüyorum: Mekân ve dil, ‘topos’ ve ‘logos’, yer ve formül, belirli bir temas yüzeyine sahip olan ama kesinlikle birbirlerinden farklı alanlar, birbirlerine koşut bölgeler. Hava ve su gibi ayrılmaz bir ikili. Tam da bu yüzden, dilden yoksun düşünceye ilişkin bu soru beni sürekli meşgul ediyor.” Ona göre mimarlık hesap ve anlama işi. Buna dinlemeyi ve okumayı da ekliyor. Hepsinin bileşimi ise konuşmak, dinlemek ve görmek.

ZAMANLA OYNAMAK
Portzamparc ve Sollers’in eşeledikleri konulardan biri de, günümüzü yönlendiren tüketim, satın alma, kullanma ve atma “kültürü.” Bu “kültürün” getirdiği beklenen sonuç ise doğanın yapay şekilde üretilmesi. İkiliye göre zaman böyle işliyor, mekânlar ve yaşam buna göre düzenleniyor.

Sollers’in belirlemesi dikkate değer: Sokak enikonu ulaşım veya alışveriş alanına dönüşürken, kent merkezindeki (gerçek) devinim olabildiğince öldürülüyor. Dolayısıyla kent kişi için düşünüm ve dönüşüm mekânı olmaktan hızla uzaklaşıyor.

Söz konusu yapaylığın insanı ulaştırdığı nokta, gerçek olandan keskin biçimde kopuş. Yapay olanın yerine, gerçeği bir an bile koymaya yeltenseniz, hemen tehlike çanları çalmaya başlıyor; Sollers’in dediği gibi “mağarada tıkır tıkır işleyen mekanizma kendisinin tehdit edildiğinin ayırdına varabiliyor.”

İşte bugün, tüm o yapaylığı yaratan ve yine ona karşı başka yapılarla yanıt veren mimari ile bunları derli toplu biçimde geleceğe aktarılmasını sağlayan dil, birbirini hem tamamlıyor hem de etkiliyor. Kısacası olan bitene çerçeve çizmemizi sağlıyor.

Ama ortada garip bir sorun duruyor: Guy Debord, “Çağdaş köle, kendisinin kesinlikle özgür olduğunu zanneder” diyordu. Kişi, kendisini kısıtlayan şartları evetledikçe hem mimari hem de dil, açmazlara sürüklenebilir. Bunun altında, Sollers’in hatırlattığı bir soru bulunur: “İnsanlar, kendilerine pek çok olanak sağlayacak özgürlüğü istiyor mu?” Biraz daha dallandırıp budaklandıralım: Görüntünün gerçeğin yerini aldığı bir dünyada, kaç kişi mekânın gerçekliğini yerinde algılama gibi bir özgürlüğün peşinden gitmeye cesaret edebilir?

Sorular soruları, yanıtlar yeni fikirleri doğururken, bir mimar ve bir yazarın ortaklığını, yaratma ya da anlama bağlamında ortaya koyan bir belirleme geliyor Portzamparc’tan: “Yazmak, inşa etmek yalnızca var olmayan bir şeyler yaratmak anlamına gelmez, çok eskide kalmış şeyleri yeniden okumak, yeniden görmek, onlara büyülerini yeniden kazandırmak da buna dahildir.” Bunun bir adı var: Zamanla oynamak. Sollers’in deyişiyle “hesaplamayla hiç ilgisi olmayan bir zamansallığa giderken” zamanla oynamak nasıl mümkün olabilir? Alın size Çin işkencesi gibi bir soru daha!

Kitabın başından sonuna kadar, bu ve buna benzer pek çok soru var. Aynı zamanda yanıtlardan doğan fikirler ve o fikirlerin yarattığı yeni sorular. Döngü devam edip gidiyor böyle. Portzamparc ve Sollers’in konuşmaları, yer yer Platon’un ünlü diyaloglarını anımsatıyor. Bir farkla: Kullanılan yöntem hemen hemen aynı olsa da, konuşulan konular doğal olarak bugün ve hatta geleceğin insanı, dili ve mekânlarına ilişkin.

Konuşmaların bir başka özelliği, iki dost arasındaki sığ bir “geyik muhabbeti” olmaması. Çünkü tartışmalar, entelektüel bir zemine oturuyor. En önemlisi de Portzamparc ve Sollers’in diyaloglarının her birinden bugüne ve geleceğe dair fikirlerin türemesi. Konuşmaları kakofoni olmaktan çıkaran ilk neden bu. İkincisi, hem Portzamparc’ın hem de Sollers’in birbirinin alanına (ve genel kültüre) ilişkin derinlemesine bilgi sahibi olması. İşte tüm bunlar, farklı alanlarda yürüse de aynı yöne bakıp geçmişten başlayarak günü yorumlayan ve nihayet geleceğe yönelik öngörü sahibi ve fikir üreten iki ismin, çok çeşitli konuları geniş bir açıdan bakarak görüp yazdıklarını orta yere seriyor.

Portzamparc, mimar gözüyle yazına eğilerek; Sollers, yazar duruşuyla mimarlığa el atarak olup biteni değerlendiriyor. İyi ama neden? En yalın ifayle anlamak için. Tüm kitabı sarıp sarmalayan ana fikir de bu.

“Heyecan olmazsa fazla düşünce ortaya çıkmaz.”
Portzamparc

“Şiirsel bir mimari içinde yaşanmasına engel olunarak insanlığa ne yapılmaya çalışılıyor? İyiliklerinin istenmediği kesin!”
Sollers


İki farklı göz, aynı noktalara başka açılardan bakarsa ne olur? Biraz daha açık konuşalım: Bir mimar ve bir yazar, uzun zamana yayılan tanışıklıklarının rahatlığıyla dünyada olup bitenlere; mekânların kuruluşuna (ve yıkılışına), müziğe, resme, şiire ve dile dair konuşmaya başlayınca ortaya ne çıkar?

Christian de Portzamparc ve Philippe Sollers, Görmek ve Yazmak başlığıyla yayımlanan kitapta, koyu bir sohbete dalarken tartışmalarının sınırını olabildiğince geniş tutuyor. Mimarlık açısından bakınca kentin kuruluşu, yapılandırılan şehirdeki karmaşa ve dolayısıyla yaşamın çetrefilli hali, yazarın sözcüklerle katkısı; nihayet bu ikisinin buluşmasıyla beliren ilginç diyaloglar…

Görmek ve Yazmak’ın ana eksenini oluşturan “başka türlü var olan özgünlükler” de bu şekilde gün yüzüne çıkıyor. Kim bilir, Héléne Bleskine’in dediği gibi bu biçem ya da var oluş “kentin karmaşıklığına çekidüzen verebilir.” Buradan bakınca, Portzamparc ve Sollers’in tartışmasını “görme yetisine sahip” iki entelektüelin geniş geniş konuşması diye niteleyebiliriz kolaylıkla.

KONUŞMAK, DİNLEMEK, GÖRMEK
Tartışmanın başında her iki isim de bir milatla; 11 Eylül’le söze giriyor. Portzamparc, o gün yerle bir olan ikiz kulelerin mimari ve yapısal özelliklerine değiniyor. Kuru bir mimari değiniş değil, orayı yıkanın gerçekte ne olduğunu edebi bir dille anlatıyor. Onun için, kulelerin bir özelliği var ve bunun üzerinde ısrarla duruyor:

“Bu kulelerin soyutluğu, insan bedenini inkâr etmiyor, onu başka bir yere taşıyor, mekânsal ve tinsel olarak (…) Öte yandan kuleler mimari bir başyapıt ortaya koyma amacıyla yapılmış değildi, bu çağın gerektirdiği bir şeydi. Her şeyin ötesine geçtiler, çünkü uçsuz bucaksızlardı. Soyutluklarını çok güçlü kılan da bu boyuttu.”

11 Eylül’le molozlaşan yalnızca kuleler miydi? Portzamparc’a göre bunca büyük bir soyutlamaya neden olmuş o yapının yanında alıp götürdüğü bir bakıma modernitenin estetik anlayışından bir örnekti. Burada hem Portzamparc hem de Sollers’in kabul ettiği bir gerçek var: İkiz kuleler simgeydi ve simgelediği şey, yeni din, yani paraydı. Kuleler bu dinin merkeziydi.

11 Eylül saldırıları ile ilgili pek çok şey yazılıp söylendi. Hani neredeyse tüm bunlar kabak tadı vermeye de başladı. Ama burada özgün olan, Sollers’in yaklaşımının yanında, özellikle Portzamparc’ın mimar gözüyle yaşananları sorgulaması, buna hem edebi hem şiirsel hem de eleştirel boyut katması.

İkilinin daldığı bir başka derin konu da dil-düşünme ilişkisi. Yoğunlaştıkları ana nokta, görme-algılama, dil ve anlamlandırma bağı. İşin içine felsefe de giriyor şiir de. Geminin dümeni, bir Descartes’a bir Heidegger’e oradan da Rimbaud’ya kırılıyor. Logos’un derleyici toparlayıcılığı, burada iki konuşmacının da aklının bir kenarında bulunuyor: Dili, kenti, dünyayı ve yaşamı düzenleyen logos…

Sollers’in tüm bunlar arasında kafasına takılan şeyler var. Rimbaud’nun “düşünceyi bulup çıkaran düşünce” belirlemesi üzerine zihin yoruyor ve arka arkaya sorular sıralıyor: “İnsanlar neden algılamayı kendine yasaklıyor? Birileri mi yasaklıyor yoksa? Yoksa bu yasaklama aracılığıyla korunduklarını mı düşünüyorlar?” Bunlar dışında, Sollers’in “Dil olmaksızın düşünülebilir mi?” ve “Dil dışında mimari bir düzen sağlanabilir mi?” sorularına, Portzamparc’ın bir yanıtı var elbette: Tüm mimari yapılandırmalar bir yana, “fikirleri en hızlı şekilde, küçük maketlerle ya da çizimlerle denemek gerekiyor; sonrasında kendini ifade edebilmek için söze geri dönüyorsun.” Peki, ya mimar kim? Portzamparc mimar, dil ve mekân konusuna şöyle giriyor: “Mimar, kesinlikle, duygularını yönlendirmeyi, onları düşünmeyi öğrenmek zorunda olan biridir. Çalışmaya başladığımdan beri şunu düşünüyorum: Mekân ve dil, ‘topos’ ve ‘logos’, yer ve formül, belirli bir temas yüzeyine sahip olan ama kesinlikle birbirlerinden farklı alanlar, birbirlerine koşut bölgeler. Hava ve su gibi ayrılmaz bir ikili. Tam da bu yüzden, dilden yoksun düşünceye ilişkin bu soru beni sürekli meşgul ediyor.” Ona göre mimarlık hesap ve anlama işi. Buna dinlemeyi ve okumayı da ekliyor. Hepsinin bileşimi ise konuşmak, dinlemek ve görmek.

ZAMANLA OYNAMAK
Portzamparc ve Sollers’in eşeledikleri konulardan biri de, günümüzü yönlendiren tüketim, satın alma, kullanma ve atma “kültürü.” Bu “kültürün” getirdiği beklenen sonuç ise doğanın yapay şekilde üretilmesi. İkiliye göre zaman böyle işliyor, mekânlar ve yaşam buna göre düzenleniyor.

Sollers’in belirlemesi dikkate değer: Sokak enikonu ulaşım veya alışveriş alanına dönüşürken, kent merkezindeki (gerçek) devinim olabildiğince öldürülüyor. Dolayısıyla kent kişi için düşünüm ve dönüşüm mekânı olmaktan hızla uzaklaşıyor.

Söz konusu yapaylığın insanı ulaştırdığı nokta, gerçek olandan keskin biçimde kopuş. Yapay olanın yerine, gerçeği bir an bile koymaya yeltenseniz, hemen tehlike çanları çalmaya başlıyor; Sollers’in dediği gibi “mağarada tıkır tıkır işleyen mekanizma kendisinin tehdit edildiğinin ayırdına varabiliyor.”

İşte bugün, tüm o yapaylığı yaratan ve yine ona karşı başka yapılarla yanıt veren mimari ile bunları derli toplu biçimde geleceğe aktarılmasını sağlayan dil, birbirini hem tamamlıyor hem de etkiliyor. Kısacası olan bitene çerçeve çizmemizi sağlıyor.

Ama ortada garip bir sorun duruyor: Guy Debord, “Çağdaş köle, kendisinin kesinlikle özgür olduğunu zanneder” diyordu. Kişi, kendisini kısıtlayan şartları evetledikçe hem mimari hem de dil, açmazlara sürüklenebilir. Bunun altında, Sollers’in hatırlattığı bir soru bulunur: “İnsanlar, kendilerine pek çok olanak sağlayacak özgürlüğü istiyor mu?” Biraz daha dallandırıp budaklandıralım: Görüntünün gerçeğin yerini aldığı bir dünyada, kaç kişi mekânın gerçekliğini yerinde algılama gibi bir özgürlüğün peşinden gitmeye cesaret edebilir?

Sorular soruları, yanıtlar yeni fikirleri doğururken, bir mimar ve bir yazarın ortaklığını, yaratma ya da anlama bağlamında ortaya koyan bir belirleme geliyor Portzamparc’tan: “Yazmak, inşa etmek yalnızca var olmayan bir şeyler yaratmak anlamına gelmez, çok eskide kalmış şeyleri yeniden okumak, yeniden görmek, onlara büyülerini yeniden kazandırmak da buna dahildir.” Bunun bir adı var: Zamanla oynamak. Sollers’in deyişiyle “hesaplamayla hiç ilgisi olmayan bir zamansallığa giderken” zamanla oynamak nasıl mümkün olabilir? Alın size Çin işkencesi gibi bir soru daha!

Kitabın başından sonuna kadar, bu ve buna benzer pek çok soru var. Aynı zamanda yanıtlardan doğan fikirler ve o fikirlerin yarattığı yeni sorular. Döngü devam edip gidiyor böyle. Portzamparc ve Sollers’in konuşmaları, yer yer Platon’un ünlü diyaloglarını anımsatıyor. Bir farkla: Kullanılan yöntem hemen hemen aynı olsa da, konuşulan konular doğal olarak bugün ve hatta geleceğin insanı, dili ve mekânlarına ilişkin.

Konuşmaların bir başka özelliği, iki dost arasındaki sığ bir “geyik muhabbeti” olmaması. Çünkü tartışmalar, entelektüel bir zemine oturuyor. En önemlisi de Portzamparc ve Sollers’in diyaloglarının her birinden bugüne ve geleceğe dair fikirlerin türemesi. Konuşmaları kakofoni olmaktan çıkaran ilk neden bu. İkincisi, hem Portzamparc’ın hem de Sollers’in birbirinin alanına (ve genel kültüre) ilişkin derinlemesine bilgi sahibi olması. İşte tüm bunlar, farklı alanlarda yürüse de aynı yöne bakıp geçmişten başlayarak günü yorumlayan ve nihayet geleceğe yönelik öngörü sahibi ve fikir üreten iki ismin, çok çeşitli konuları geniş bir açıdan bakarak görüp yazdıklarını orta yere seriyor.

Portzamparc, mimar gözüyle yazına eğilerek; Sollers, yazar duruşuyla mimarlığa el atarak olup biteni değerlendiriyor. İyi ama neden? En yalın ifayle anlamak için. Tüm kitabı sarıp sarmalayan ana fikir de bu.

Görmek ve Yazmak/ Christian de Portzamparc, Philippe Sollers/ Çeviren: Cem İleri/ Yapı Kredi Yayınları/ 138 s.
/ Christian de Portzamparc, Philippe Sollers/ Çeviren: Cem İleri/ Yapı Kredi Yayınları/ 138 s.

Hiç yorum yok: