Bu Blogu Takip Et

Sayfalar

Translate

14 Eylül 2010 Salı

Tanrı karar vermeden önce Biz mutluyduk!

Kayıp Kadınlar
“Tanrı, kadının erkeğin hizmetçisi olacağına karar verinceye kadar erkek-kadın-doğa üçlüsü güzel bir bahçede mutlu- mesut yaşıyorlardı.”
Böyle yazar kutsal kitaplar… Anlattıklarının mevcut bilimselliğe uymadığından kasıtla, eski Çin ve Yunan uygarlıklarının bir takım efsanelerinde çok eskiden kadın ve erkeğin eşit ve yan yana dünyada yaşadıklarını anlatan hikayeler ise; hayal dünyasına aitmiş gibi kabul edilir.
Eski birçok uygarlığın bize bıraktığı çanak çömlekleri, resimleri, evleri, kullandıkları aletleri incelerken binlerce yıl önce yaşamış o ataların, sosyallikleri, kültürleri, örfleri, davranışları ve aile yapıları açısından da incelenmesi zorunludur. Bulduğumuz o eski tarihin kalıntıları içine saklanmış satır araları; bazen şaşırtan bir medeniyet tablosu gösterir ve çağdaş eşitlikçi düşüncenin sadece bizim çağımızın eseri olduğu yanılgısından bizi uyandırır oysaki… En yakın ve en müspet örneği olarak da kendi topraklarımızda yaşamış olan Çatalhöyük insanını inceleyebiliriz.
M.Ö 7000'li yıllarda var olduğu tespit edilen o uygarlık, pek çok alanda olduğu gibi kadın-erkek konumları açısından da ilginç bir durumdadır. Neolitik kültür diye adlandırılan bu dönemde; obsidyenin ustalıkla kullanılması neolitik dönemin en parlak çağı olmasının bir kanıtıdır. O çağda Çatalhöyük civarının ikliminin epey farklı ve bereketli olduğu tespit edilmiştir. Çatalhöyük’lülerin barış, refah, bolluk ve mutluluk içinde yaşadıklarının şüphe götürmeyecek kanıtları vardır. Çatalhöyük söz konusu olduğunda bugün bildiğiniz ne varsa unutmaya hazır olun, mekanları, araçları, iletişimi, teknolojiyi ve hatta inançlarınızı da bir tarafa koyun çünkü Çatalhöyük sizi bambaşka bir yaşam tarzının varlığına götürür. Tam 9000 yıl öncesine bir seyre giderken şaşırmaya hazır olun.
Bu uygarlıkta savaş yok, hiyerarşi yok, sanat hayatın tam merkezinde ve kadın erkek çelişkisi de yok. Bugünün Konya Çumra’sında bulunan Çatalhöyük’te değişik güçlerin tanrıları yerine, bereketi, gücü simgeleyen, şişman ve doğurgan kadın tasvirleri ve heykelleri var sadece. Önce eskiden yaşandığı söylenen anaerkil dönemlerin bir örneği olduğu sanılan Çatalhöyük’te araştırmalar ilerledikçe; kadın ve erkeğin eşit işleri, eşit aletlerle birlikte yaptıkları anlaşıldı. Bulunan kanıtlarla; birlikte buğday öğütüp, ekmek yaptıklarına ve ne erkeğin kadına, ne kadının erkeğe hükmetmediğine karar verildi. Liderlikte kadının ve erkeğin cinse bağlı bir ayrıma tabi tutulmadığı ve merkezi bir otoritenin izine rastlanmayan bu ilginç uygarlığın, yöneticisiz, rahat ve bireysel özgürlüğün ağır bastığı bir yaşam tarzına sahip olduğu sonucuna varıldı. Buyurun size kendi bağrımızdan ve hayal olmayan gerçek bir hikaye, hem de bütün elle tutulur kanıtlarıyla…
Şimdiki bizler, tam 9000 yıl öncesinde yaşanan bu eşitliğin, başka bir sürü farklı eski medeniyette örnekleri mevcut olsa da yok sayar ya da bilmeyiz ve bugün yaşadığımız toplum düzeninin başka seçeneği olmadığını, olamayacağını sanırız. Doğal bir kabul edişle ve sorgusuzlukla ataerkil düzenin içinde yaşar gideriz.
Ataerkil toplum düzeni, erkek merkezliği simgeleyen, insanların yaşamına yön veren ve erkeklerin etken durumunu haklı kılan sosyal durumdur. Bu düzeni sorgulamanın çoğu insanın aklına bile gelmemesi normal bir durum sayılır çünkü bunun alternatifi olmadığı ve insanlık tarihinin mevcut düzeninin uygar olduğu, ondan önceki düzenin ilkel ve barbar olduğu bize öğretilmiştir nedense.
Oysa 6000 yıl öncesine ve daha eskilere gidildiğinde anaerkil dönemlerin uzun süre devam ettiğine dair açık seçik kanıtlarla doludur tarihin çizgisi; tıpkı Çatalhöyük’te olduğu gibi…
İnsan soyunun ortaya çıkmasında; dişi cinsiyet başrolü oynamıştır.O günden sonra da yaşamın yarısı olan kadın, insanlığa, on bin yıl öncesine gelinceye kadar sürekli önderlik etmiştir. Bu önderliğini hiçbir zaman karşı cinsiyet olan erkeği sömürmek için kullanmadı, buna dair hiçbir kanıt yoktur tarihte… Çünkü bu anacıl düzenin hakim olduğu ilkel toplumun doğasına aykırıydı. Çünkü insanlığın bu aşamasında sömürü diye bir olgu yoktu. Doğurganlığı, çocuğunu beslemesi ve koruması, bitki toplaması, tohum devşirmeciliği, ekme biçme işleri, tane öğütmesi, hastalıklara ve yaralara bakması, hayvanların evcilleştirilmesi, kenara ayırdığı şeylerle geleceği düşünebilmesi dikiş dikme, çanak çömlek yapması, ev tasarımı, köy mimarisi gibi tüm bu çabalar kadının erkekten üstün olması için gerekli olan özel becerileridir. Tabiatı gözleyerek sırlarını ilk çözen kadındı. Kararları alan ve ilk tabuları belirleyen kadındı. Erkek ise kadının vasıflarını bilir, kadının buyruklarına boyun eğer, saygı duyardı. Yaratılışın eril ve dişil yanını betimleyen ve tekrar tekrar doğan ilah inancı Anadolu, Asya ve Mezopotamya’da her dönem var olmuştur. Ana tanrıça olgusu tarihin ilk kapsayan, koruyan ve var eden bütüncül düşüncesidir.
Eski ilkel dönemlerde avcılık ve toplayıcılıkla edinilen besinlerde, oranların %20-80 olduğu tahmin edilmektedir. Avcılık oranı 20, toplayıcılık oranı ise 80 idi ve toplayıcı yüksek oranla kadındı. Bu tür toplulukların yaşam biçimleri incelendiğinde kadınların hem soy devamı açısından, hem erk açısından önde ve sözü geçer konumda olduklarına hiç şüphe yoktur. Üretimde cinslerin ikisi de etken olmakta, ilişki daha çok dayanışmanın üzerinde inşa edilmekteydi. İnançlar ve normlar doğa ile bütünleşmekte, bundan dolayı da kadın daha saygın durumu almaktaydı, üremeden dolayı analık kavramı önemliydi yani ana soyluluk geçerliydi. Kadın tanrıça olarak algılanmaktaydı, bu tanrıça doğanın ve insanın bir parçası ve insan ile doğa arasında kutsal bir bağdı, tıpkı toprak gibi… Kadın hayat veren ve besin maddesi üreten yüce bir varlıktı, bu yüzden kadının değeri doğa ile eşleştirilirdi.

Anaerkil dönemden sonra gerçekleşen değişim bir anda ya da kısa sürede ortaya çıkmış gelişmeler değildir. Ataerkillik düzenine geçiş ve kadınların saygın ve eşit durumunu kaybetmesi, barış bolluk içinde bir yaşam yerine şiddete dayanan, savaşı baş tacı yapan dönem yaklaşık MÖ. 4000–3500 yıllarında başlar. Bu yeni anlayışın coğrafik olarak nereden başladığı, sebeplerin incelenmesi açısından önemlidir.

Eski Dünya bölgelerinde yani, Orta Asya, Kuzey Afrika, Yakın Doğu’da çevresel yeni oluşumlarla, yağışlı koşullardan kurak çöl koşullarına geçerken toplum sistemleri de yavaş yavaş ama köklü bir şekilde değişime uğramıştır. Çölleşmiş bölgelerin terk edilerek göçlerin oluşması esnasında eski kültürler de; tıpkı kuraklık ve çölleşmenin sert ve acı verici olması gibi ana-çocuk ve kadın-erkek bağını bozmuş ve sertleştirmiştir. Zorlaşan hava koşulları hayatta kalma mücadelesini pekiştirip zorlaştırırken artık erkekler evden uzaklaşarak yiyecek bulmak zorunda kalmış, toplumdaki kadınlar çocuklar ile birlikte kalıp, onların bakımı tek başına üstlenmek durumundadır. Artık erkekler tarafından ayrıntı ve küçük işler olarak görülen çocuğun bakımı ve hayatın öğretilmesi kadının üzerine farz olmuştur bu dönem sonunda. Bu dönemin sonunda artık kadın- tanrıçanın yerini erkek-asker yer almıştır.
Dünyanın tek tanrılı dinlere geçişiyle ise dengeler tersine ve haksız yönde değişmeye devam etmiştir. Tevrat’a göre, İbrahim Peygamber, ilk ‘ata’ydı. İslam ya da Hıristiyanlık olsun, dünyadaki büyük dinlerde tanrı erkek ile özdeşleştilir, kadın ise günahkardır ve bundan dolayı cezalandırılmış, erkeğin tahakküm altında bulunan, insanoğlunun devamını sağlayan bir araçtır, insana hizmet etmek için yaratılmış bir varlıktır, ama asla erkek ile eşit değildir. Kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı ve Adem sıkılmasın, yalnız kalmasın diye yaratıldığı kabul görmüştür. Tanrılı ve tanrıçalı dönemlerden tek tanrılı dine geçişte eski kaynaklar yakılmıştır, tanrıçalar ile ilgili kaynaklar yok edilmiştir. Bize ulaşan yazılı kaynaklarda kadının erkek ile eşit durumunda, ya da en az erkek kadar saygın durumunda olduğunu kanıtlayacak bulgular yok denilecek kadar azdır.
Ata erkil toplum, aile, özel mülkiyet ve devlet temelleri üzerine kurulmuştur. Aileyle, ondan sonra gelen özel mülkiyet arasında bir birine kenetlenmiş bir ilişki vardır. Tek ata, tek güç ve daha sonra ortaya çıkan devlet, hem özel mülkiyeti, hem de soy düşüncesini, mal ve unvanların babalardan oğullara geçmesini sağlayıp baba-ailesi sağlamlaştırmış ve yasal hale getirmiştir.
Bu çekişme sürecinde ana taraflı rakiplerin kazanmasını önlemek için kız çocukların öldürmesine bile gidilmiştir. Bir süre sonra kızların ‘başlık parası’ kazandıracak metalara dönüşmesi sağlanmıştır. Kızların evlilik konusu artık serbest ve isteğe dayalı değil, ticaret haline dönmüştür, bu da tabi ki kadının edilgen durumunu daha da yoğunlaşmıştır ve erkeğin hegemonyası altına alınmıştır. Kadın kendi yaşamı ve bedeni üstünde denetime sahip değildir ve koca eline bakan, ekonomik bir yük olarak görülen, boyunlarındaki ilmiği erkeklerin elinde olan ikinci sınıf bir meta gibidir ataerkil sistemde.

Erich Fromm ‘Anaerkil Toplum ve Kadın Hakları’ kitabında, toplumların kişilik tiplerini ikiye ayırır. İnsanların ana merkezli düzende büyümesiyle oral kişilik, baba merkezli düzende ise anal kişiliğe sahip olduğunu iddia eder. Anal toplum kapitalist toplumdur, doyum bilmeyen, hırslı, rasyonel, kendi din, kültür ve ırkının üstünlüğüne inanan, bireysel ve geleceği düşünmeyen, erkeği yücelten ve aynı anda da ayrımcılığa ve ikiciliğe çok yatkın olan toplumdur.
Akıl –Doğa, Erkek- Kadın, Zihin-Beden, Efendi -Köle, Ruh -Madde, Medeni- İlkel, Evrensel- Tekel, Kamusal- Özel,gibi ikicilikler iktidar tarafından oluşturulmakta ve kurumsallaştırılmaktadır. Her bir insani (eril) özelliğe karşı ilkel, doğal ya da dişi olan özelliği vardır. Eril toplumda efendi-erkek kişilik nitelikleri taşır ve karşı olan nitellikleri geleneksel olarak erkek ideallerinden dışlayarak, kadınları ve doğayı, yani dışlamayla tanımlanan cinse yakıştırılan özellikleri verir.
Kadının doğa, erkeğin akıl olduğu varsayımı ve akılın doğanın üstünde olduğunun kabulü; Batı felsefesinin temellerinde yatmakta, Aristoteles ve Platon felsefelerine dayanmaktadır. Aristoteles’e göre; insanın hedefi iyi devlet kurmaktır, ideal devlet modeli kurmak akıllı erkeklerin elindedir, kadınlar, köleler ve doğal kaynaklar bu yücel hedefe ulaşmak için gereken araçlar ya da objelerdir.
Yüzyıllarca kadının önderliği ve kutsallığı neolitik dönemin sonunda yükselen uygarlıklar döneminde giderek erimiştir. Uygarlıklarda tanrı ile kullar arasındaki çizgi netlik kazanınca paralelinde ikinci bir çizgi daha belirginlik kazandı. Bu çizgi kul erkek ile kul kadın arasındaki çizgidir. Kadın; hem tanrıların bir kul’u hem de kul erkeğin bir kul’u olarak ikili bir kulluk konumuna düştü. Ninhursag’ın şahsında tanrılar panteonunda temsil edilen kadının, erkek tanrısı kurnaz “ Enki’yle’’ kavgaları; kadının düşüşünün ve kaybolmasının en önemli temsillerinden biridir.
Kadınlar; çıplak tasvir edilen ama tapınılacak kadar saygı duyulan o eski çağlardaki konumundan, bugün heykelleri bile giydirilen ama bir taraftan da gizlice soymak için inanılmaz paralar ödenen, teniyle her şekilde pazarlanan bir konuma geldi. Kadın ancak baba erkilden koca erkile yer değiştirebilir. Kadın artık bir pazar malıdır, satılabilir, hiçbir hakkı yoktur. Hayvan, silah gibi nesneler karşılığında değiştirilebilinir, sokağa atılabilir, baba evine geri gönderilebilir, öldürülebilir. Erkeğin zulmü mubah ve müstahaktır, haklı ve yasaldır, töre ve adaletlere uygundur. Çünkü kadın zulmün her türlüsüne layık bir yaratıktır, tehlikeli ve zehirlidir, zulüm ona bir kaderdir. Kısacası kadın artık medeniyet sahnesinde kayıptır.
Ve bugün çok öğündüğümüz bu “medeniyet”imize rağmen savaşların ve ekolojik dengesizliğin zirvelerindeyiz. Topraklar kirletilip yok ediliyor, insanlar katlediliyor, doğal hiçbir ürünümüz kalmadı, onları da giydirdik kendi ellerimizle. Genetiği değiştirilen gıdaların zorunlu üretimine ve tüketimine mecbur bırakılıyoruz bağrı dolu Anadolu’muza rağmen… Kendiliğinden oluşmadığına emin olduğumuz anlamsız grip virüsleriyle bilinmeyen gözdağlarının gölgesinde yaşıyoruz. Doğamızın gerçeğinden her konuda ayrıldığımız gibi cinselliğin de doğal gücünden çıkılıp, bastırılması sonucunda psikolojik bozulmaların sonucunu yaşıyoruz. Yani tabu ve günah kavramlarının cinselliği getirdiği nokta ve iki ayrı ucun (yasaklar ve özgürlüklerde) birbirinden sapkınlıklara varacak kadar uzak olması; dengesiz ve psikolojisi her durumda bozuk bir toplumu inşa etmiştir artık geri dönüşsüz bu yolun üstünde.
Bir zamanlar çölleşme nedeniyle başka topraklara gidip kendi yönetimini kurmak, kendinin ve çocuklarının hayatını kurtarmak için ancak savaşarak çözüm bulunabilirdi. Fakat hala devam eden anlamsız savaşlar artık başka nitelik kazanmıştır. Güçlü olanın diğerini gitgide daha fazla ezmeye, doymak bilmeyenin açlığını gidermek için bu kadar fazla yemeye devam etmesiyle, dünya için ipin ucu gerçekten kaçmıştır. Kayıp kadın sahnede gerçek yerini almadan da dünya asla düzelmeyecektir…
Dünya; bizim bütün ihanetlerimize ve hakaretlerimize rağmen, kadın-erkek demeden hala hepimize yetecek kadar zengin ve doğurgandır, tıpkı Anadolu tanrıçası Kybele gibi…

Hiç yorum yok: