Kahvehane kültürü Türk insanın günlük yaşamında önemli yer tutar. Her ne kadar günümüzde bu tür mekanlar işsizlerin ve emeklilerin uğrak yeri olarak görülse de eskiden kahvehanelerde beyin fırtınaları yapılırdı.
O dönemlerde bu tür yerler zaman öldürmek için değil karşılıklı fikir alışverişi ve kitap okumak için açılmış yerlerdi. Memleketin ileri gelenleri, makam ve mevki sahipleri kahvehaneden çıkmazdı. Şimdi ise hükümetler devrilip hükümetler kuruluyor. Bir başka ülkeye savaş açılıyor, barış
anlaşmaları imzalanıyor. Eğitim, güvenlik politikaları belirleniyor. Netice alınamayacağı bilindiği halde futbol, din, sanat, spor, siyaset, ekonomi üzerine ateşli konuşmalar yapılıyor.
Eskiden kahvehaneler bir mektep olarak görülürdü. Oralar adeta bir eğitim kurumu gibiydi. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Tahtakale'de açılan kahvehaneler günümüzdeki gibi başıboşların ve işsizlerin vakit öldürmek için uğradığı mekanlar değil. Toplumun ileri gelenlerinin gidip beyin fırtınası yaptığı yerlerdi. Hatta kahvehanelere mektebi irfan veya halk kütüphanesi ismi de verilirdi. "Hayat Fakültesi" ismini bile veren vardı. Sait Faik, "Kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım. Bu dekansız, doçentsiz, bütçesiz, fakültesiz, tamamen muhtar üniversitelerin tavla şıkırtıları arasında ‘gören bir göz’, ‘işiten bir kulak’ bir memleketin nabzını tutabilir" sözleriyle kahvehaneleri birer eğitim kurumu olarak gördüğünü çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hikayecimiz Sait Faik şöyle anlatır zamanının kahvehanelerini: "Severim kıraathaneleri. Bir ihtiyar gözlüğünü takmıştır. Ötekisi elinden bir türlü gazeteyi bırakmayana içerlemektedir. İki yaşlı-başlı adam, çocuklar gibi olmuş, domino oynamaktadır. Üç kişi hiç aklınıza bile gelmeyen bir siyasal düşüncededir. Bir küçücük, sizin dikkatinizi bile çekmeyen bir haberden neler de neler çıkarılır Yarabbi ! Sonra birdenbire hiç ummadığınız birinin karaborsayı nasıl ortadan kaldıracağını anlatışına dalarsınız. Düşünceleri önce size gülünç gelir. Sonra: Hani hiç de yanlış değil, dersiniz. Soğuk, temiz, beyaz mermerli, ince belli çay bardaklı, mavi, sarı, turuncu fincanlı, köylü zayıf garsonlu, sarı yüzlü ocakçılı İstanbul kıraathaneleri ! İstanbul'u, İstanbul halkını, derdini, beğenisini, bilgisini, becerikliliğini sinemalardan, yılışık, ciddi tiyatrolardan, dahası, evlerden daha çok siz temsil ediyorsunuz. Siz birer tembel yatağı değil, birer bağımsız üniversitesiniz. Üniversiteden daha bağımsızsınız.''
Günümüzde kahvehaneler tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi hem görsel hem işlevsel olarak şekil değiştirmiş durumda. Artık işsizlerin, boş yere vakit harcayanların, emeklilerin, eşinden kurtulmak isteyen erkeklerin sığınma evleri haline geldi. Kahvehaneler değişik amaçla kullanılır durumda. Kimisi fanatiği olduğu takımı desteklemek için gider. Aynı zamanda en büyük teknik direktörler onlardır. Takımına taktik verir. Kafası karışık olanlar psikolojik tedavi görmek için gider iki sohbet eder rahatlar.
Şairin ‘Gönül ne kahve ister ne kahvehane, Gönül muhabbet ister kahve bahane' dediği gibi kimisi de sohbet muhabbet etmek için kahvehaneye gider. Kimisi oyun oynamak için kimisi ise ‘beleş' gazete okumak için kahvehaneleri mekan seçer. Her ne kadar garazlar farklı olsa da bazen ‘h' yutup ‘kave' dediğimiz yerlerin kültürümüzde çok önemli bir yeri vardır.
Eskiden kahvehanelerde birçok meslek icra edilirdi ve kahvehaneciler birer meslek erbabıydı. Kahvehaneciler hem berber, hem dişçi hem de birer cerrah gibi çalışırlardı. 1800'lü yıllardan itibaren basın yayının da gelişmesiyle kahvehanelere gazete de girmeye başladı. Okuma yazması olan birisi kahveci tarafından alınan kitapları yüksek sesle okurdu. Kitabı okuyan kişiden içtiklerinin parası da alınmazdı.
Kesin olmamakla birlikte eldeki bilgilere göre kahve ilk olarak Yemen'de kullanılmaya başlamış. Dini ortamlarda geceleri geç saatlere kadar süren zikir ayinleri esnasında uyarıcı olarak kullanılmış. Özellikle ilk açılan kahvehanenin çok ilgi görmesi üzerine diğer yerlerde açılan kahvehaneler, bu büyük zincirin halkalarını oluşturmaya başlamış.
Bu arada sözünü ettiğimiz kahvelerle şimdilerin "cafe"lerini karıştırmamak gerekiyor. Onların adı da kahveden geliyor ama onların farklı bir kültürün uzantıları olduğunu söyleyebiliriz.
Rivayetlere göre kahvenin Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferinden sonra Müslüman tüccarlar tarafından 1500'lü yıllarda İstanbul'a getirildiği ancak fazla rağbet görmediği söylenir. İstanbul'da ilk kahvehane 1500'lü yıllarda Tahtakale semtinde, Halepli Hakem ve Şamlı Şems adında iki Arap kökenli tüccar tarafından açılır. O tarihlerde Tahtakale, şehrin önemli ticaret merkezlerinden birisi olarak bilinmektedir.
Tahtakale'dekilerin peşi sıra da şehrin bir çok yerinde ardı ardına pek çok kahve açılır. İnsanlar akın akın buralara gelmeye başlarlar. Ne var ki, halkın kahveye ve kahvehanelere gösterdiği bu aşırı ilgi imamları, hocaları çok rahatsız eder. Hatta zamanın Şeyhülislamı Ebussuut Efendi, ‘Kömürleşme derecesinde kavrulan her şeyin yasak' olduğu şeklinde bir fetva bile verir. Çünkü, bir mahalleye "bir ekmekçi fırınına mukabil, on kahvehane'' isabet etmesinden de anlaşılacağı gibi durum o kadar vahimdir ki, iş İstanbul'a kahve getiren gemilerin dipleri delinerek batırılmasına kadar bile gider. Ama, tabii yasaklarla bir yere varılmıyor. Tüm bunlara karşılık kahvehanelerin sayısı her geçen gün artar da artar.
Kahve, asıl Yemen Valisi Özdemir Paşa sayesinde ünlenir. Paşa, Yemen'de içip lezzetini çok beğendiği kahveyi Kanuni Sultan Süleyman'a da ikram eder. Padişah da saraydakiler de pek hoşlanırlar bu ilk defa tattıkları içecekten. Böylece saraya giren ve çok beğenilen kahve kısa zamanda saraydan halka da yayılır. Kahire'den gemilerle çuval çuval kahve İstanbul'a getirilmeye başlanır.
Saraya giren kahve, saray ahalisi tarafından beğenilir ve ‘kahvecibaşı' makamı kurulur sarayda. Kahvecibaşılık deyip geçmeyin, o makam o kadar önemli ki, o makama sır tutmasını bilen kişiler seçilirmiş. Hatta makamın değerinin yüksek olduğunu göstermek için kahvecibaşılıktan sadrazamlığa yükselen bile olurmuş.
Önce şairlerin, yazarların ve zamanın entelektüellerinin buluştukları, memleket meselelerini konuştukları tartıştıkları yerler olan kahvehaneler, dönem dönem yasaklansa da giderek sosyal hayatın ayrılmaz bir parçası olarak toplumdaki yerlerini alırlar. Mahalle kahveleri, esnaf kahveleri, yeniçeri kahveleri, tulumbacı kahveleri, aşık kahveleri, semavi kahveleri, meddah kahveleri, esrarkeş kahveleri gibi çeşitli adlarda kahvehaneler açılır.
Tarih boyunca bizde bir kıraathane-kahvehane kültürü gelişir. Oralarda sadece kahve içilmeyip sohbetler edilir, dertleşilir, tartışılır, şiirler söylenir, çalgı çalınır, kitap okunur, tavla, kağıt, domino oynanır, nargile içilir.
Günümüzde, her mahallede, her sokakta birer tane hatta birden fazla kahvehane var. Bin 500 kütüphanenin bulunduğu ülkemizde kesin olmamakla birlikte yaklaşık 450 bin tane kahvehane var.
İstanbul'da Kahvehaneler
İstanbul'un kahve ve kahvehane kültürü çok yönlü ele alınması gereken bir olgu; tarihi ise bir o kadar ayrıntılı. Toplumun değişim süreciyle paralellik gösteren, müşterileri adeta toplumun ve ait oldukları sosyal statünün birer aynası olan kahvehane kültürüyle tanışmamız 1500'lü yıllara rastlıyor.
14. yy da Ortadoğu'ya, Hindistan'a, Asya ülkelerine yayılan kahve Yavuz Sultan Selim'in Suriye'yi, Mısır'ı, Hicaz'ı almasından sonra 1519'da İstanbul'a geldi. İlk kahvehanelerin açılması ise 1554-55 yıllarına tarihleniyor. İstanbul'un ilk kahvehanesi, Halepli Hakem ve Şamlı Şems isimli iki tüccar tarafından Tahtakale semtinde açıldı. İlk kahvehanelerin müşterilerini dönemin seçkinler sınıfı sayılan bürokratlar, yani Kanuni döneminde özerk yapılı bir yönetim kurulu olan "kalemmiye'nin üyeleri oluşturuyordu. Aydın sınıfından, eğlence düşkünü, iyi yaşamayı sevenlerden oluşan bu topluluk, yirmi ya da otuz kişilik gruplar halinde toplanıp kitap ya da görgü kuralları yazıları okur, tavla, satranç oynar, yeni yazdıkları şiirleri getirip, sanat tartışmaları yaparlardı. O dönemde bu toplantılara katılmak, bir anlamda onaylanmak, kabul görmek, toplumsal bir statüye layık görülmek anlamına geldiğinden genç adaylar, becerilerinii sergiler, bu ortama girmek için can atarlardı. Adayların Osmanlı seçkinlerinin kültürünü bilmek, Arapça, Farsça, Türkçe ve edebi alanda tanınmış ustalar konusunda sağlam bilgilere sahip olmak gibi özellikler sahip olmaları gerekiyordu.
Sosyalleşme anlamında toplumda önemli bir yere sahip olan kahvehaneler, aynı zamanda birer eğlence mekanıydı..Bazı kahvelerde dama, satranç oynanır, bazılarında ise Karagöz oynatılırdı. 19 yy.da bu gösteriler Tophane tershanesine yakın mahallelerde, Fatih ve Sultanahmet Camii çevresindeki kahvehanelerde yapılırdı. Kahvehaneler ünlerini orada sanatını icra eden müzisyenlerden ya da meddahlardan alırlardı. O döneme ait 43 meddah kahvesi olduğu biliniyor. Dönemin meşhur kahvehanelerinden biri geniş pencerelerinden Saray'ın göz kamaştırıcı görüntüsü yanında Haliç, Boğaziçi ve Adalar görünen; havuzu, zengin sofraları, ahşap tavanı ve duvar süslemeleriyle Tophane Kahvehanesi'ydi. Burası Laz, Ermeni, Türk denizcilerin, din adamlarının, edebiyatçıların ve tüccarların uğrak yeriydi. O dönemde bunun dışındaki kahvehaneler, aynı
TARİHTE KAHVELER
Kahve ve Osmanlı kahvehaneleri hakkında ilk önemli araştırmayı, 18. yüzyıl sonlarında İstanbul'da yaşayan D'Ohssson yapmış. D'Ohssson, Tableau General de l'Empire adlı yapıtında kahvelerin keşfini şöyle anlatıyor; Yemenli Şeyh Şazili 1258'de tekkesinden kovulup bir dağa sürülmüş. Yiyecek bulamadığı için kahve ağaçlarından topladığı kahveleri kaynatıp yemiş. Uyuz hastalığına yakalanmış derviş arkadaşları onu aramaya çıkmışlar. Bulduklarında da merak edip yaptığı kahve lapasını yemişler ve hastalıktan kurlulmuşlar. Olay, Yemen'de duyulmuş. Zamanın hükümdarı şeyhi ödüllendirerek kahve ağaçlarının yetiştiği dağın eteğinde ona özel bir tekke yaptırmış. meslek grubundan, aynı loncadan kişilerin gittiği kahvehanelerdi. Bunlar meslek grubuna göre hamal ve esnaf kahvehaneleri, denizci ve balıkçı kahvehaneleri, yeniçeri, tulumbacı kahvehaneleri gibi isimlerle anılırdı. Bu kahveler bilgi alışverişinin yapıldığı, mesleki sorunların tartışıldığı, işbirliği yapılan yerlerdi. Örneğin Balat Kahvehanesi'ni işleten Penderoğlu, Türk ve Rum komşuları arasında zaman zaman kavgaları bu atmosferden güç alarak çözümlerdi. Günümüzde bile popülerliğini koruyan Pierre Loti Kahvehanesi, 1880 de Eyüp'te Karyağdı Bayırı'nın sonundaki tepede açıldı. Galata ile Eminonü'nü birbirine bağlayan köprü üzerinde de birtakım kahvehaneler vardı. Yazar Edmond de Amicis'e göre o 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında Galata ve Beyazıt kulelerinde de kahve içiliyordu. Yaz günleri Tophane ile Ayasofya meydanlarında kurulan çadırlar da kahvehane olarak kullanılıyordu. Kır yerlerine kurulan kahvehanelerin en büyüğü ise Kadırga'daki 56 Kahvehanesi'ydi. Fener'de deniz üzerindeki İskele Kahvehanesi, vapur iskelesinin hemen yanındaki Ahmet Rasim'in uğrak yeri olan, içinde ince saz da bulunan kahve gazinoda dönemin popüler mekanlarından biriydi. Kahvehanelerin bazıları gündüz kahve olarak çalışır, gece gazinoya dönüşürdü. Eyüp İskele Gazinosu bunlar arasında en ünlüsüydü.
Toplumsal değişimler doğrultusunda kahvehanelerde değişmeye başladı. Her yıl daha çok sayıda Osmanlı Avrupa'ya gitti. Avrupa'ya sürgün gönderilen Jön Türkler de sık sık cafelerde buluşup imparatorluğun kaderi hakkında hararetli tartışmalar yaparlardı. İnsanların kafalarında modern kahvehane imgesi oluştu. Galata ve Pera'da "alafranga" kahvehaneler açılmaya başlandı. Kanun-i Esasi Kıraathanesi olarak tanınan mermer, alçak kabartmalı ve Art Nouveau dekorlu Tarlabaşı'ndaki Ca-fe de la Paix gibi yüzyıl sonunda açılan birçok kahvehane, alafranga kafelerin mimarilerinden ve dekorlarından doğrudan etkilendi. İstanbul'daki eski geleneksel kahvehaneler giderek kıyıda köşede kalmaya başladı.
Kadın garsonlu ya da kadın garsonsuz- çünkü bu kadınların Türklerin işlettiği kahvehanelerde görülmesi için zaman gerekiyordu masaları, sandalyeleri ve uygun de-koruyla Avrupa modeline en çok yaklaşan kahvehaneler kendilerini modern müesseseler olarak sunuyor, müdavimleri de aydın ve eğitimli geçiniyordu. Hat levhaları, sedirleri, hasırları ve nargile tiryakileriyle eski Osmanlı kahvehanesinin geleneksel çerçevesine sadık kalanlar ise artık demode, eskimiş kalıyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında, tutucuları ve gericilik yandaşlarını gözler önüne sermek isteyen hiciv ustaları, bunların başları sarıklı, eski kahvehanelerde nargile ya da çubuk içerek, cumhuriyete ve reformlara sövüp sayarken canlandırılıyordu. Modernleşme sürecinin göbeğinde kalan kahvehaneler, tıpkı kullanılan dil gibi, sonunda ilerici ya da gerici bir zihniyetin göstergesi olmuştu; "Hangi kahvehaneye gittiğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim..."
Kahvehanelerin değişimi Cumhuriyet yıllarında da sürdü. Semai kahvehanelerin modası yavaş yavaş geçti. Ramazan geceleri Şehzadebaşı'ndaki kahvehane ve çayhanelerin canlılığı yok olmaya başladı. Meddahlar ortadan kalktı. Karagöz anılarda kaldı...Aynı dönemde Mustafa Kemal tarafından Türk kadınlarına sosyal, hukuksal ve siyasi hakların tanınması kahvehanelerin görünen yüzünü daha da değiştirdi. Halka açık yerlerde, okullarda, idari yerlerde kadın erkek ayırımı hızla ortadan kalktı. Bununla birlikte bütün kahvehanelerde cinsiyet eşitliğinin söz konusu olduğunu söylemek zor. Anadolu ve büyük kentlerin varoşlarında hala kahvehaneler kadınlara kapalı ve erkek egemen. Sonuç olarak geleneklerle derinlemesine bütünleşmiş kahvehanelerin modernlik virajını alamadıkları ortada. Bugünkü cafe-kahvehaneleri anlayabilmek için bu ayrımı özümsemek gerekiyor....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder