Yazan: Judah Bierman
çev: Canay Özden Ursula K. Le Guin’in ütopik masalı Mülksüzler, yalnızca bilimkurgu semalarında yeni bir anarşist komün tasarısı olmakla ve dünyaya çivi çakmış tadı kalmamış demokrasilerimizden veya hemen her yerde bitiveren faşist tiranlıklardan, dolayısıyla tüm sorumluluklarımızdan bir kaçış önermekle kalmıyor. Parlak fizikçi Shevek’in ‘İkircikli bir ütopya’ altbaşlıklı bu ruhsal otobiyografisi ve ütopyacı arayışı aynı zamanda anarşist-sosyalist ütopya düşüncesinin bazı çıkmazlarını da masaya yatırıyor. Dahası, Plato ve More gibi, Le Guin de ütopyacı bir tasavvurun ‘bilen kişi’ için nasıl bir toplumsal sorumluluğu ve yabancılaşmayı dayattığını inceliyor. Ben Mülksüzler’in Anarres dünyasının iki anlamda okunabileceğini iddia ediyorum: Birincisi bu dünyanın yalnızca ikircikli bir biçimde iyi olduğu yönünde, ikincisi ise bu ikircikli durumun, kendi içindeki düzenleyici ilke doğrultusunda, hâkim yaşam tarzının kalıcı olarak belirlenmediği ve önüne geçilemez toplumsal ve çevresel değişikliklere izin verdiği hatta bunları talep ettiği şeklinde. Le Guin’in daha evvelce kaleme aldığı bilimkurgu eserleri ve büyücü hikâyeleriyle açıktan açığa bağlantılı olsa da aslında Mülksüzler diğer çağdaş ütopik hikâyelerle beraber okunması lazım gelen ahlaki bir alegoridir. Bu kitap, aynı zamanda planlı bir toplumda bilginin, ileriyi görenlerin ve bilimcinin sorumluluğu hakkındaki tartışmaya övgüye değer bir katkıdır.
Ütopyanın, ‘hayali ve ideal bir yer’ olarak yapılagelen tanımlarının ötesine geçen açılımları, fiziksel yalıtılmışlık, siyasi bir topluluk, toplumsal iyilik gibi tümü birçok başka formülün parçası olabilecek genel özellikler olan kriterlerle başlar. Fakat bu açılımlar her zaman sözü geçen o ‘başka ülkeye’ ait kurumların, yazarın kendi içinde yaşadığı dünyadakilerden daha iyi, daha arzu edilebilir olarak sunulması durumunun etrafında biçimlenmelidir.
Bu ülkeyi farklı kılan gelişme, özel bir koşula-şansa dayalı durum, tarihteki bir eylem veya daha çok belli bir düzenleyici ilkeye olan bağlılıktan kaynaklanıyor gibi görünür. Hiç de ikircikli olmayan bu açık seçik anlamında, Shevek’in Ay kolonisindeki evi ve mülksüzlerin ülkesi Anarres bir ütopyadır. Anarres, yani şeylerin (res) ötesindeki ve şeylerden bağımsız olan yer, Odo’nun takipçilerinin eyleme geçmesinden iki yüz yıl önce kurulan anarşist bir Ay kolonisidir. Sakinlerinin tümü Odocudur; oraya başka hiç kimse giremez. Anarres sakinlerinin yaşam pratiklerinin kutsal kitap niteliğindeki ilkelerini sağlayan, Odo’nun yazdıklarıdır. Bu ilkelerin en kayda değerleri, kişisel seviyede mutlak şiddetsizliğe dayanan bir bireysel özgürlük ve toplumsal seviyede de kârdan bağımsız, ihtiyaç merkezli bir ekonomidir. İnsanlar bunu sever ve dünyalarının var olanlar içinde en iyisi olduğuna inanır. Böylelikle Anarres geleneksel bir ütopya olmak için gerekli bütün kriterleri yerine getirmektedir. Öyleyse Anarres’i ‘ikircikli bir ütopya’ olarak adlandırırken kastedilen nedir?
Anarres’in, ziyaretçisini böylesine etkileyen şey aslında zaten bilindik olan kurumlar değil, dünyanın ta kendisidir. Anarres’te devamlı tartışılan, devamlı tarif edilen ve atıfta bulunulan sahne, oyunun kendisini belirliyor. Çünkü bu ütopya, kıtlık hatta neredeyse mahrumiyet üzerine kurulmuş. Bu mukaddes topluluğu yaratan ve onu hâlâ ayakta tutan şey, paylaşım yönünde yapılmış ahlaki bir seçim; ancak kurumların iş görmesini çoğunlukla basit ihtiyaçlar sağlıyor. Çöl koşullarına dayalı bir zorunluluk bu; ütopya coğrafyasının hiçbir yerinde, insan varlığına bu kadar kökten biçimde elverişsiz bir ada bulunmuyor. Dolayısıyla, en basit anlamıyla Le Guin’in alegorisinin söylediği şey, bütün ütopyacı sicile ve insanın yarattığı cennetlere karşıt olarak ideal bir yerin illa ki bolluk üzerine inşa edilmesi gerekmediği, hatta bunun tercih edilir bile olmadığıdır. Fakat üzerinde bir tek yeşil yaprak dahi olmayan bir toprak parçasını ütopya olarak adlandırmak elbette bu terimin, hatta tüm ütopya düşüncesinin üzerine ikircikliliğin gölgesini düşürmek anlamına geliyor. Tüm diğerleri gibi bu da kendi yaratıcı dürtüsünü içinde taşıyan bir ikirciklilik. Bu durum, okuyucuyu, bolluğun ne demek olduğunu, ‘uysal ilkelci’ ve diğer fantazi imgelerin ötesinde, yeniden düşünmeye itiyor.
Bolluğun eksikliği, ütopyacı kurguda kayda değer merkezi bir detayda kendini gösteriyor. Shevek’in doğumundan çocukluğuna, ailevi koşullarından her şeyi öğrenme süreci olarak geçen yeniyetmeliğine uzanan biyografisi, onu bilgisini bir kaldıraç olarak kullanarak evreni dönüştürmeyi deneyecek olan münzevi bir pazarlıkçı haline ustaca hazırlıyor. Arayışındaki ilk kritik engel Shevek’in karşısına bir fizikçi olarak yetiştirildiği resmi eğitiminde çıkıyor: Deha, fakirleşmiş ülkenin sınırlı olanaklarının sınırlarını zorlamakta gecikmiyor. Bu noktada, aşırı vatansever ve milliyetçi kurumların yerine geçecek dünya çapında bir bilim cemiyetine dair bir savunmadan çok daha fazlası vardır. Faydalı bir toplumsal düzenin faydalı bir doğa gerektirmediğini iddia etmek mümkün olabilir. Fakat Shevek’in özel durumu, dehanın beslenmesinin yani bilimsel ilerlemenin, mutlaka onu destekleyen bir bilim cemiyetini ve bolluğa dayalı bir rahatlıktan kaynaklanan malzeme ve etkileşim fırsatlarını gerektirdiğini açıkça gözler önüne seriyor. Dehanın yeşeremediği bir yeri ütopya olarak adlandırmakta gerçek bir ikirciklilik var. Bu, ütopyacıların şimdiye dek üstünü örttükleri bir ikirciklilik halidir. Ütopyalar, iyi vatandaşlar, iyi askerler yetiştiriyorlar fakat ne zaman yazarlarının kendi dehalarından başka, yeni yeşeren dehalara ev sahipliği yapmışlar ki?
Öyleyse Anarres, alışıldık anlamdaki iyi kurumları, başarılı olmanın alışıldık gereklerinin yokluğunu dayatan bir ortamda sunduğu için ikircikli bir ütopya olarak değerlendirilebilir. Özet niteliğindeki tanımsal araştırmasında Darko Suvin ütopyanın sözel bir yapı olarak anlaşılmasının gerektiğini iddia ediyor: “Ütopya sosyopolitik kurumların, normların ve bireysel ilişkilerin yazarın ait olduğu toplumda olduğundan daha mükemmel bir ilke çerçevesinde düzenlendiği belli bir yarı-insan topluluğunun sözel inşasıdır ve bu inşa alternatif bir tarihsel hipotezden kaynaklanan bir yabancılaşma temelinde yükselir”. Mülksüzler’deki ideal toplumun da yukarıdaki faydalı tanımın kriterlerini, ikircikli de olsa, bazı açılardan yerine getirdiğini gördük.
Yapısal olarak çoğu ütopyacı hikâye, var olana dair bir eleştirel diyalog ve olması istenene dair bir sunum söylemi içerir. Bu iki parça yalnız More’un Ütopya’sında birbirinden ayrılmıştır. More’un İngiltere’nin cezai kurumlarıyla ilgili özel eleştirileri ve kapitalist ve savaş kışkırtıcı topluma dair daha genel ithamları ütopyacı diyaloğun iyi bir örneğidir; Bacon’un Yeni Atlantis’inin ikinci bölümünde yer alan bilimsel makineler ve aktiviteler kataloğu ise sözünü ettiğim sunum söyleminin ham bir örneğidir: “Bizde bu var, bu var, şu da var” diye devam eden neredeyse turistik bir gösteridir bu. Mülksüzler’i ‘ikircikli bir ütopya’ olarak adlandırmanın asgari anlamı, çağdaş toplumun kusurlarını ve kötülüklerini tartışmanın ve olası iyi alternatifleri göstermenin yanı sıra okuyucuyu var olan kötülükleri ve olası iyi alternatifleri hiç de mükemmel olmayan o narin dengeyi vurgulayacak şekilde tartmaya zorlayacak bir diyalog ve söylem bileşimi olmasına dairdir. Le Guin en azından bunu yapmıştır. Eğer ütopyalar insan kabiliyetinin alegorileri iseler, bunun için kullanılması gereken araçlar daha ideal toplumsal yapılardır ve gidişat daima işe ve oyuna davet eden bir hayat yönündedir. Shevek’in öyküsü, böylesi bütün kurgulara gerekli olan merkezi bir ikirciklilik halini basmakalıp bir açıklıkla içeriyor: ‘toplumunun düzenleyici ilkesinin mümkün olanların en iyisi olduğuna ne kadar inanmış olsa da ruhunun ritmi ideal toplumsal yapıyla pek de senkronize titreşemeyen bir adam.’ Eğer ütopya bir insanın daha ideal bir yerden dem vurmak istediğinde anlattığı hikâye ise Le Guin, bir devamlı değişim ve seçim süreci içinde, hem mekanın varoluşsal koşulu hem de hikâyenin kendisinin düzenleyici ilkesi çerçevesinde sürekli ikircikli bir durum içinde yaşamak istediğini göstermiş bulunmaktadır. Le Guin’in zaman ve değişime yaklaşım tarzının devamlı seçim yapma halini insani koşulun, külfetin ve neşenin merkezine yerleştirmiş olması ütopyacı kurgusunun çarpıcılığının bir ölçüsüdür. Geçmiş, şimdi ve gelecek ayırt edilebilir fakat birbirlerinden ayrılamazlar. Kendinden emin bir seçim yapmanın o anki berraklığı yalnızca gerekli olan bir yanılsamadır; buna ‘yanıtlayıcı’ denir.
Le Guin’in öykülerindeki ‘yanıtlayıcı’ derhal hissedilen ve anında zaptedilen bilginin, iletişimin, insanları ayıran zaman ve mekânların ötesinde beraber hissedebilme ve düşünebilme amacının karşılığıdır. Le Guin’in Mülksüzler’i, pek çok yerinde kendine has tarzıyla bizi ütopyacı arayışa dair basit bir biçimde söze dökülmüş ancak oldukça çarpıcı olan şu ifadeye hazırlar: “Araçlar insanların peşinde koştuğu amaçlardır.”
İkirciklilik, bu denemede, altbaşlıkta olduğu gibi meşrulaştırılmış bir karmaşaya övgü anlamında kullanılmıyor. Le Guin öyle pek de basit ve sıradan bir hikâyeci değildir. Mülksüzler onun ‘tek tipliliği’ ihlal ettiği, karmaşık bir ütopyacı hikâyedir. Hikâye, Shevek’in Urras’a özel görevle gerçekleştirdiği seyahatiyle başlar. Shevek ikinci bölümde, Anarres’te doğar. Üçüncü bölüm onun Urras’taki görevine değinir, dördüncü bölüm ise Anarres’teki biyografisinin üstünden geçer ve bu böyle devam eder. Nihayet kitap Shevek’in yanındaki Hainli adam Ketho ile Anarres’e geri dönmesi ile beraber yeniden başlamak üzere sona erer. Değişimli olarak birbirini takip eden bu bölümlerin yapısı, geçmişin ve geleceğin şimdinin birer parçası olduğu devamlılığı vurgulamak üzere bir araç olmanın ötesinde başka bir anlam daha taşır. Bu, romansın ve yerginin, arayışın ve reddedilişin birbirine eklemlendiği iki farklı seyahate dair bir üsluptur. Shevek’in Anarres’te başlayan ruhsal biyografisi, onu kendi mücadeleleri yoluyla anarşist cenneti keşfetme ve hayallerin pratikteki sınırlarını fark etmeye doğru iter. Kriz yaşadığı anda Shevek toplumda alabileceği rol hakkında enine boyuna düşünür. “Sağlıklı bir toplum” onun “hücresel işlev”ini, yani “bireyselliğini, en iyi yapabileceği işi” yürütmesine izin verecektir. İyi bir toplum, kuvvetini ve meşruiyetini böyle muhtelif işlevlerin eşgüdümünde bulur. Eğer Odocu toplum bu ideale pek de uymuyorsa bu sadece onun bireysel sorumluluğunu arttırır.
“Devlet mitosunun ortadan kalkmasıyla toplum ve bireyin gerçek karşılıklılığı ve alışverişi açığa çıkmıştı. Bireyden fedakârlık istenebilirdi ama hiçbir zaman uzlaşma istenemezdi; çünkü güvenlik ve dengeyi yalnızca toplum sağlayabildiği halde ahlâki seçimin gücüne yalnızca birey sahipti –değiştirme gücüne, yaşamın temel işlevine. Odocu toplum kalıcı bir devrim olarak tasarlanmıştı, devrim ise düşünen bir akılda başlar.”
Dolayısıyla hayat yalnızca daima bir sonu olan hazların peşinde sürekli bir arayış değildir, bu kapalı döngünün dışında “şansın ve cesaretin yardımıyla ruh, bu manzara içinde sadakatin kırılgan, geçici, umulmayan yollarını ve kentlerini kurabilir: insanların mekân tutabileceği bir manzaradır bu”. Ütopyacı bir toplum çoğu kez bu ütopyadaki hâkim kurum veya norma göre değerlendirilebilir. Anarres’teki kalıcı ve sürekli devrimin kurumu, bireyin ahlaki seçim kuvvetine eşlik eden anarşist sendikadır. Fakat asıl paradigma ‘inisiyatif sendikasıdır’, kurgunun belkemiği odur. Karar verme mekanizmasının yapısıdır ve dolayısıyla hikâyenin ta kendisidir.
Urras’a dair bölümlerden oluşan ikinci seyahatte, Shevek arayışını dünya sathına yayar. Bu, kapitalist kâr toplumunun eleştirildiği bölümdür. Burada bizim için önemli olan Le Guin’in Shevek’i iyiyle kötünün dengelenmesiyle karşı karşıya gelmeye zorlayışıdır. Bu yarı dramdaki kriz anında Shevek alternatif tarafla yüz yüze gelir. Shevek’e Urras’a sığınmasını öneren Arz’lı elçi Keng, Shevek Urras’ı bir cehennem olarak adlandırdığı vakit, ona Urras’ı bundan çok uzun yıllar önce yok edilmiş olan Dünya (Arz) ile karşılaştırarak cevap verir:
“Bana ve bu gezegeni gören bütün Arz’lılara göre Urras, üzerinde hayat olan bütün dünyalar arasında en şefkatli, en çeşnili, en güzel olanı. Cennet’e en yakın olabilecek dünya o…
Kötülüklerle, insan adaletsizliğiyle, hırsla, budalalıkla, israfla dolu olduğunu biliyorum. Ama aynı zamanda iyilikle, güzellikle, canlılıkla, başarıyla dolu. Bir dünyada ne olması gerekiyorsa var! Canlı, son derece canlı –bütün kötülüklere karşın canlı, umutlu; doğru değil mi?
Benim dünyam, benim Arz’ım bir yıkıntı. İnsan ırkı tarafından berbat edilmiş bir gezegen. Hiçbir şey kalmayana dek çoğaldık, tıkındık ve savaştık, sonra da öldük. Ne hırsımızı ne de şiddetimizi denetledik; uyum göstermedik. Kendimizi yok ettik. Ama önce dünyayı yok ettik. Benim dünyamda hiç orman kalmadı. … Burası canlı bir dünya, bir uyum. Benimki ise uyumsuzluk. Siz Odocular bir çölü seçtiniz; biz Arz’lılar bir çöl yarattık…”
Keng’in sunumunun ağırlığı insanların Anarres’tekine benzer bir toplum yaratma şanslarını nasıl kaybettiklerine dair yitirilmiş bir fırsattan dem vurmasında yatıyor. Bu, elbette alegorik uyarının bir parçası. Ancak benim en acil kaygım, eşzamanlılık kuramına dair formüllerini ‘yanıtlayıcı’yı mümkün kılmak için sunmak üzere olan, bilgisini sadece kendi toplumuna ya da kapitalist Urras’a değil, bütün insanlığa, savaşa değil barışa vermek yönündeki ahlaki seçimi yapmak üzere olan Shevek ile ilgili:
“‘Zamanın ne olduğunu anlamıyorsunuz,’ dedi. ‘Geçmişin yittiğini, geleceğin gerçek olmadığını, değişim olmadığını, umut olmadığını söylüyorsunuz. Anarres’in ulaşılmayacak bir gelecek olduğunu düşünüyorsunuz, geçmişinizin değiştirilememesi gibi. O halde şimdinin dışında, Urras’ın o zengin, gerçek, dengeli şimdisinin, şu anın dışında hiçbir şey yok. Ve bunun sahip olunabilecek bir şey olduğunu sanıyorsunuz! … Ama aslında gerçek değil, biliyorsunuz. Dengeli değil, sağlam değil –hiçbir şey öyle değil. Her şey değişiyor, değişiyor. Hiçbir şeye sahip olamazsınız… Hele şu ana hiç sahip olamazsınız –eğer onunla birlikte geçmiş ve geleceği de kabul etmezseniz. … Anarres’in gerçekliğini, kalıcı gerçekliğini kabul etmeden Urras’ı elde edemezsiniz, hatta anlayamazsınız bile.”
Ve böylece kendi muhasebesine dayanarak baştan beri kendi insanlarının haklı, kendisinin ise haksız olduğunu fark eder. “Size gelemeyiz. Bize izin vermezsiniz. Değişime, evrime inanmıyorsunuz. Bizim gerçeğimizi –umudun olduğunu!- kabul etmektense bizi yok etmeyi yeğlersiniz! Size gelemeyiz. Yalnızca sizin gelmenizi bekleyebiliriz”. Bu alegorinin ilk tınısı, bugüne değin toplumumuzda bazılarına yalnızca hazzı ve umutsuz sona dair belli belirsiz bir öngörüyü verirken diğerlerine yepyeni bir başlangıcın umudunu biçen ayrışmaya işaret ediyor. Ama bana öyle geliyor ki, bu kurgu Yeats’in The Second Coming (İkinci Gelen) eserinde gücümüzün yettiği ölçüde hissettiğimiz o belirsizlik, dehşet ve umut haline dairdir.
Burada Le Guin’in ikircikliliği ve ütopyacı spekülasyonu bir araya getirdiği iki ana hattı belirlemeye çalıştım. Bunlar Le Guin’in en göz kamaştıran savında, tüm Odocuların bilgi ve inançlarında, yaşam ilkelerinde bir araya geliyor: Araçlar amaçlardır ve öyle de olmaları gerekir. Ve bu fikri bir kez kavradığımız vakit artık dünyayı, sanki birbirimize yabancıymışızcasına seninki ve benimki diye bölemeyeceğimiz, bilgiye ve iktidara ayrı alanlar ayıramayacağımız açık değil midir? Odocular için sürekli oluş halinde olmak, varlıklarının ta kendisidir. Evinize geri dönebilirsiniz, tabii ancak bu evin henüz gitmediğiniz yer olduğunu bilirseniz. Eşzamanlı fizik ve ‘yanıtlayıcı’, yıpranmış doğal manzara gibi, ikircikliliği hayatın merkezi bir kuvveti haline getiren yabancılaşma ortamının parçası olan kurgusal aygıtlardır.
Ursula Le Guin’in bilimkurgu alanında verdiği eserler arasındaki en muazzam parça olan Mülksüzler, kuşkusuz onun diğer yaratılarından ayrı olarak düşünülemez. Mülksüzler, aynı ahlaki bakışın izlerini taşıyan, aşırı uçları aynı derecede zorlayan alegorik manzaralarla doldurulmuş bir romandır ve aynı yabancılaşma ortamından faydalanır. Bu ortak sahneler, hepsinin ardında süregiden ortak bir maksat olduğuna işaret eder. Gerçekten de eğer Mülksüzler’den Rocannon’un Dünyası’na dönecek olursak, Le Guin’in kendi evrenini inşa ettiği, kendi zamanının krizlerini keşfe çıktığı ve bu evreni inşa ederken hepimizi kurtarabilecek tek bir ruhsal evrimi vaaz ettiği ortaya çıkar. Le Guin’in evreninde insanlar, bunun farkında olsalar da olmasalar da ahlaki öznelerdir: Eylemlerinin sonuçları vardır. Kişisel eylemler ahlaki imkânların yapısını oluştururlar, bir fark yaratırlar. Kişisel eylemlerin önemi Mülksüzler’de Le Guin’in önceki yapıtlarına göre elbette daha merkezidir. Mülksüzler’i bir ‘terminus ad quem’ olarak görmek ne anlama gelir? Rocannon’dan Genly Ai ve Ged vasıtasıyla Shevek’e doğru yol alan gelişim bariz gözüktüğü oranda gerçek midir?
Rocannon’un görevi, bir bilginin dünyayı tehdit edecek biçimde kötüye kullanılmasına sebep olan yanlışı düzeltmektir. O, eyleme girişmiş bir bilimci-gözlemcidir. Kitabın hâlihazırdaki tanıtım yazısının da ifade ettiği gibi “Etrafındaki ilkel yerlileri bir araya toplayarak Rocannon, teknolojinin, cesaret ve özgürlük aşkına rakip olamayacağını kanıtlamaya koyuluyor”. ‘Kötü’, burada, bizim dünyamızda da olduğu gibi, daha kuvvetli bir ahlaki sebep olmaksızın kullanılan üstün teknoloji olarak resmediliyor. Rocannon’un sorunları, emperyal sömürgeciliğin duyarlı herhangi bir gözlemcisininkilerle aynıdır. Fakat bozulmuş olan ayarı ne kadar tamir etmeye uğraşsa da Rocannon’un olumlu bir alternatif imkâna dair herhangi bir tasavvuru bulunmamaktadır. Onun, yalnızca nostaljik, soluk bir umudu vardır. Rocannon, amansız yabancılaşma ortamında, sürgünde ölen bir yabancı, iyi bir savaşın kahramanıdır.
Karanlığın Sol Eli ile Rocannon’un Dünyası, tehdit edici bir ortamın tehlikeleriyle yüz yüze gelen insan bilincinin heyecanı temasını paylaşır. Bunun ötesinde paylaştıkları şey insani, toplumsal çatışmaların tuhaf bir evrende tekrarlandığını gözlemlemenin getirdiği duygusallıktır. Dehşet verici bir coğrafyanın önemi, entrikalarla ve heyecan verici hareketlerle bu kadar dolu bir kitapta gözden kaçabilir. Örneğin, eğer ütopyacı spekülasyon bağlamından söz ediyor olsaydık, ‘kemmer’ olgusunun toplumsal ilişkilerde kayda değer bir etkisi olacağını beklememiz gerekirdi. Herkesin çiftcinsiyetli (hermafrodit -ç.n.) olduğu bir toplumda ‘organize toplumsal şiddet’, özellikle de savaş mümkün olmamalıydı. Kış-Gethen dünyası bildiğimiz kadarıyla savaştan yoksundur ama pek de bu sebepten değil:
“Eski Hainliler insan dışında hiçbir memelide rastlanmayan sürekli cinsel kapasite ve örgütlü toplumsal saldırganlık özelliklerinin birer neden ve sonuç olduğunu mu düşünmüşlerdi? … [savaşın yokluğunun] Androjen psikolojileriyle hiç ilgisi olmayabilir… Kış’ın hava şartları öylesine tahammül edilmez, … dayanma sınırına öyle yakın ki, belki de savaşçı ruhlarını soğukla savaşmaya hasrediyorlar. … Ve sonuçta, Gethenlilerin hayatındaki baskın etken cinsellik veya herhangi insani bir şey değil! Çevre koşulları, soğuk dünyaları. Burada insan kendisinden bile acımasız olabilen bir düşmanla karşı karşıya.”
Bu karmaşık kitabın bütün toplumsal ve ahlaki çıkarımları arasından bu küçük, neredeyse saklanmış denebilecek noktaya dikkat çekmemin sebebi fiziksel ortamın Mülksüzler’de kritik bir faktör haline gelmesi. Le Guin’in daha önce belirttiğimiz gibi Mülksüzler’de de beliren ve gelişen bu türden evrenlerine dair bir diğer noktaya da değinmek lazım. Buz üzerindeki dehşetli ve sürükleyici yolculuklarının sonlarına doğru Estraven nihayet neden Ekumen’in sadece Ai’yi gönderdiğini, dönüşüm işinin neden bu kadar zora sokulduğunu bilmek istiyor. Genly Ai ise cevap veriyor:
“Tek başıma dünyanızı değiştiremem. Ama o beni değiştirebilir. [Tek başımayken konuşmak kadar dinlemeliyim de.] Tek başıma bir ilişki kurmayı başarırsam bu kişisellikten yoksun ve sadece politik bir ilişki olmaz; bireysel ve kişisel bir ilişki olur. … Biz ve Onlar değil. Ben ve O da değil; Ben ve Sen. Politik ya da pragmatik değil, mistik bir ilişki. Bir bakıma Ekumen de politik bir organ değil mistik bir organdır. Başlangıçlara çok önem verir. Başlangıçlara ve araçlara. Ekumen’in öğretisi, amaç aracı meşru kılar öğretisinin tam tersidir.”
Shevek’i harekete geçiren felsefe işte tam da bu.
Ancak Rocannon gibi, Genly Ai de temel olarak birer yabancıdır. O, daha iyi bir dünyanın inşası hakkında daha bilinçli olarak müdahil olabilirdi; ne var ki, hikâye daha çok arzu edilir bir alternatife dair çekici bir tasavvur önermiyor. Elbette bu gerekmiyor da. Tıpkı ütopyacı kurguların bilimkurgulardan illa ki daha iyi olması gerekmediği gibi. Fakat bir ahlaki alegoristin, seçim yapan ve yaptığı bu seçimler, dünya için belirleyici olmasa bile hikâye açısından merkezi önem arz eden bir roman karakteri yaratması gerekir. Bir seyirci ya da bir ziyaretçi yeterli değildir.
Ahlaki seçim, Yerdeniz’in ‘çocuk fantazisi’ denebilecek dünyasının da tam merkezinde yer alır. Bu da bir yabancılaşma ortamıdır ve Yerdeniz’deki ahlaki alegorinin çalışma şekli, Le Guin’i Shevek’e, Urras’a ve Anarres’e getiren gelişim çizgisinin bir kanıtı olarak okunabilir. Bu sınırlı ve yer yer soluk ışığın altında görüldüğü kadarıyla, Ged’in ruhsal soruşturmaları, bilginin yükümlülüklerini (ki Roke’un sihri yalnızca ismi farklı bir tür bilimdir) iktidara öğretmek için ortaya konmuştur. Ged, eğitiminin yarıda kalması ve sanatını tatbik etmeye fırsat bulamamak endişesinden hareketle, kendi gizli gücünü kullanırken aşmaması gereken sınırları bilmek için kendini idare etmeyi öğrenmek zorundadır. Ve ikincisi, (Archmage ve diğerlerinin yaptığı gibi) toplumsal dokuyu korumak ve dünyanın duvarındaki deliği kapamak için elinden geleni yapmalıdır. Belki de en tamamlanmış yapıtı olan Yerdeniz Üçlemesi’ini yazarken Le Guin, yabancılaşma ortamının ahlaki alegorinin çerçevesini ortaya koyduğu farklı toplumsal dünyaların sadece gözlemcisi değil, merkezi karakterleri de olan bireylerin eylemlerindeki ahlaki seçimlerin ağırlığına odaklanmayı öğrenmiştir.
Shevek’i Le Guin’in önceki hikâyelerinin kahramanlarından ayıran şey ne insanlığı ne de sadece siyasi niyetlerle donanmış bir gözlemci olmak yerine kendi evreninin bir aktörü olmasıdır. Onu diğerlerinden ayıran şey, yaşadığı dünyadır. Anarres’te insani kapasitenin bölünmesi farklı ırklar ve hatta çekişen farklı uluslar arasında dahi söz konusu değildir. Anarres ve Urras’taki insanların nitelikleri, değişik geleneklerine ve değişik kılıklarına rağmen yaklaşık olarak aynıdır. Ancak ifade ve başarı araçları, toplumsal yapıları ve siyasi kurumları farklıdır. Shevek, kendi ütopyacı evreninin ilkelerinin ürünüdür; onların vücuda gelmiş halidir.
Anarres’teki bazı insanların, hatta bazı bilim insanlarının bile eylemleri iktidar nedeniyle yozlaşmıştır. İktidar, anarşist bir toplumda dahi yozlaşsa da, henüz tohumları yeni atılmış bir bürokrasi içinde aynı sekteye uğratıcı çatışmalar meydana gelse de, yine de eylemlerin kendileri hâlâ topluluğun ütopyacı doğrusunun birer parçasıdır. Elbette bu, artık kurucularının hayallerindeki kadar saf olmayan bir topluluktur. Ama Anarres hâlâ, çalışmanın ve üretimin, değişim ilişkisine girmek için yapılmadığı, insani bir hizmet, toplumsal bir görev olduğu özel yerdir. Anarresliler’in sloganı olan “Bütün olmak parçası olmaktır” ifadesi, Zamyatin’in Biz’deki faşist Birleşik Devletinin sloganı olan “Hiç kimse biri değil, içimizden biridir” sözünden daha iyi gözükmeyebilir. Fakat eğer Plato’nun ütopyacı soruların kökeni olan “Bir topluluk için hangi örgütlenme biçimi en ideal olandır ve bir insan kendi hayatını en iyi nasıl düzenleyebilir?” ifadesini “İnsan enerjisi ve kapasitesini açığa çıkarmak için hangi toplumsal model en iyisidir?” şeklinde yeniden düzenlersek aradaki farkı belki biraz daha iyi kavrayabiliriz. Bu, kendi kaderine yön vermeye çalışan teker teker her insanın, peşinden koştuğu araçlarının amaçlarına tekabül ettiği ve yine her insanın kaderinin diğer kadınlar ve erkekler arasında kendi yerini bulmasıyla ilgili olduğunu ortaya koyan bir fark değil midir?
Nihayet, Le Guin’in Mülksüzler’de (kitabın arka kapağında da dendiği gibi) “bilimkurguyu yetkin hümanist edebiyat seviyesine çıkardığı” yargısını hak eden nokta, kitabın kurgusunun, ahlaki seçimin sorumluluğuna odaklanıyor olmasıdır. Ütopyacı kurgu bilimkurguyla yabancılaşma ortamını, onun iktidarını ve sınırlarını paylaşır. Fakat asıl kökensel ve sosyolojik yakınlıkları, sahip olduğu bilgi aynı anda hem fırsatlara hem de tehlikelere yol açan bilimcinin toplumsal sorumluluklarına yönelik ortak temalarında görülür. Bilginin, hem iktidarın kabiliyetini geliştiren bir yönü hem de iktidar karşısında ahlaki bir sorumluluğu vardır; bu sorumluluk ikircikli ama gerçektir, belki de hayatta kalması için zaruridir.
Ütopyacı spekülasyonun merkezi paradoksunu bu denli canlı bir biçimde cisimleştiren bir kurgu bulmak için Herbert Read’in The Green Child (Yeşil Çocuk) veya Hermann Hesse’nin Boncuk Oyunu yapıtlarına geri dönmek gerekir. Çünkü “Düzenli bir toplumun ideal biçimi nedir?” sorusu yararcı, basit bir cevaptan fazlasını gerektirir. Soru aynı zamanda “Düzenli toplum, önderinin dışında başka ‘yaratıcı’ bireyleri nasıl üretebilir ve destekleyebilir?” diye sorar ve belki de daha derin başka bir soruyu da içinde barındırır: “Yararlı düzen, özgürlük ve yaratıcılık arasındaki ilişki nedir?”. Bir ütopya yaratmak için yola çıkan ya da ütopyanın kıyılarında dolaşan daha yeni ve popüler kurgulardan Walden Two ve Ada her şeyden önce ütopyacı spekülasyonun en uzun ömürlü önkabullerinden ‘ilerleme-olarak-bilim’in birer parçası iken, Biz, 1984 ve onların yolundan giden diğerleri bu spekülasyonun ‘yozlaşmış iktidar’ tarafına demir atmışlardır. Bunların tamamı araçların anlamına dair isabetli bir kaygıya işaret eder fakat hiçbiri düzen tasavvurunun, yaratıcı ve meraklı birey üzerindeki baskısını tahlil etmeye girişmez. Mülksüzler bu hiç yok olmamış, hep süregitmiş geleneği canlandırıyor olsa da bunu diğer önde gelen ütopyacı kurgular gibi yapıyor ve bizi ancak hayatın ve toplumun tehlikeye düştüğü an geri dönebileceğimiz zihinsel bir yolculuğa çıkarıyor. “Bütün olmak parça olmaktır, gerçek yolculuk geri dönüştür”. Shevek, ütopyacı bir tasavvurun yabancılaştırıcı olmayabileceği umuduyla derin bir nefes alıyor.
Eğer bu spekülasyonlar biraz olsun isabetliyse Le Guin’in yolculuğunun onu bundan sonra nereye götüreceğini tahmin etmek mümkün olmalı. İnşa ettiği evrenin içsel mantığının çok gecikmeden ‘ilk sebepler’e dönmesine dair duyduğu ihtiyaç beni şaşırtıyor. Mülksüzler’de elçi Keng, benim hissettiğim bu şeyin o evrenin bir sonraki veya yakında ele alınacak bir parçası olduğunu iddia ediyor. Bu, sıkça bahsedilen Hain dünyasıdır.
“Şimdi burada, başka dünyalarda, başka insan toplumlarıyla eşit ilişkiler kuruyorsak, bu yalnızca Hain’lilerin sayesinde. Geldiler, bize yardım getirdiler. Gemiler yapıp mahvolmuş dünyamızdan ayrılabilmemiz için bize verdiler. Bize nazik, merhametli, güçlü bir insanın bir hastaya davrandığı gibi davranıyorlar. Hain’liler çok garip insanlar, hepimizden daha eskiler; cömertlikleri sonsuz. Başkalarını düşünüyorlar. Bütün suçlarımıza karşın anlamakta güçlük çektiğimiz bir suçluluk duygusuyla hareket ediyorlar. Sanırım bütün yaptıklarında geçmişlerinden, sonsuz geçmişlerinden etkilenerek hareket ediyorlar.”
Bana öyle geliyor ki Le Guin Hainlilerin suçluluk hissini ve geçmişini araştırmaya geri dönmeli; umarım öyle yapar. Eğer yaparsa eminim böyle bir kitap Mülksüzler’de olduğu gibi temaya dair lirik bir davetle başlayacaktır:
“Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu; bir çizgiye, bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli bir şey olmamıştı.
Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. Neyin içeride neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder