Sigmund Freud, düşlerin, insanın bastırılmış, akıl dışı arzularını yansıtan bir sahne olduğunu düşünüyordu. Ona göre düşler, çocuksu isteklerimizin özgürce dolaştığı bir sığınak. Ancak çağdaş bir analist, bu görüşün eksik olduğunu söylüyor: Düşler, sadece ilkel arzuların değil, aynı zamanda derin içgörülerin, ahlaki yargıların ve hatta öngörülerin de aynası olabilir. Gelin, bu tartışmayı daha anlaşılır bir dille keşfedelim.
Freud’un Düş Dünyası
Freud’a göre insan, medeniyetin kurallarına uyum sağlamak için benmerkezci, yıkıcı ve akıl dışı dürtülerini bastırmak zorunda. Bu bastırma, iki yolla işliyor: Yüceltme ve tepki oluşturma. Örneğin, sadist eğilimleri olan biri, cerrah olup bu dürtülerini topluma faydalı bir şekilde yönlendirebilir (yüceltme). Ya da yıkıcı içgüdüleriyle mücadele eden biri, büyük bir merhamet duygusu geliştirerek yardımsever olabilir (tepki oluşturma). Freud, insanın en iyi yanlarının, en karanlık yönlerinden doğduğuna inanıyordu.
Uyku, bu teoride önemli bir rol oynuyor. Freud, uyurken toplumsal baskılardan kurtulduğumuzu ve bastırılmış çocuksu arzularımızın düşler aracılığıyla özgürce ortaya çıktığını savunuyordu. Ancak sansür mekanizması uykuda bile tamamen devre dışı değil; sadece gevşiyor. Bu yüzden düşler, arzularımızı gizli bir şifreyle sunuyor. Freud’un “düşlerin yorumu” dediği süreç, bu şifreyi çözerek düşün gerçek anlamını ortaya çıkarıyor.
Örneğin, bir adam düşünde tanımadığı bir kadını görse, Freud bu kadının adamın annesini temsil ettiğini ve bastırılmış cinsel arzularının bu düşle tatmin edildiğini söylerdi. Kadının “tanınmaz” olması, sansürü kandırmak için bir kamuflaj. Analist, bu düşü çözmek için adamın son dönemdeki romantik ilişkilerini inceleyip ensest çağrışımlar arardı.
Freud’un teorisi, bazılarınca bilimsel bulunmasa da psikoloji dünyasını derinden etkiledi. Ancak eleştirmenler, teorinin tek taraflı olduğunu düşündü. Carl Gustav Jung, Freud’un aksine, düşlerin yalnızca “alçak” arzuları değil, ahlaki ve manevi yönleri de yansıttığını savundu. Jung, aynı düşteki bilinmeyen kadını, erkeğin bilinçdışının ya da kişiliğindeki dişil yönün sembolü olarak görürdü. Jung’un yaklaşımı, Freud’un dogmatizminden uzaklaşsa da, bazen aşırı manevi bir yoruma kayıyordu.
Yeni Bir Düş Tanımı
Peki, düşler yalnızca bastırılmış arzuların ya da manevi sembollerin bir yansıması mı? Çağdaş bir analist, bu soruya farklı bir açıdan yaklaşıyor. Aristoteles’in “Düşler, uyku sırasındaki zihinsel faaliyetlerdir” tanımından yola çıkarak, düşlerin özünü belirli bir içerik (çocuksu arzular ya da manevi semboller) değil, uyku halinin kendisiyle açıklıyor.
Uyku, biyolojik ve zihinsel bir mola. Vücut enerji toplarken, dış dünyayla bağımız kopuyor. Uyanıkken hayatta kalmak için çevremizi anlamaya, ona tepki vermeye odaklanırız. Düşüncelerimiz, uzay-zaman mantığına ve eyleme bağlıdır. Ancak uyurken bu mantık devre dışı kalır. Dış dünyaya tepki vermek yerine, iç dünyamıza döneriz. Çaresiz ama özgürüz; çalışmanın, savunmanın ya da gerçekliği kontrol etmenin yükünden kurtuluruz.
Bu özgürlük, düşlerin mantığını değiştirir. Uyanıkken mantık, dış dünyayla uyum üzerine kuruludur. Ama uyku, kendi kurallarına göre işler. Örneğin, bir düşte korkak bulduğum birini tavuğa dönüşmüş görebilirim. Bu, gerçek dünyada “mantıksız” olsa da, duygularımın mantığına uygundur. Düşler, deneyimlerimizi sembolik bir dille ifade eder; bu dil, uyanıklığın mantığından farklı ama kendi içinde tutarlıdır.
Bilinçdışı, sadece uyanıklık mantığına göre “bilinçdışı”dır. Uyku, içsel deneyimlerin özgürce konuştuğu bir alandır. Bir Çin atasözü der ki: “Düşümde kelebek oldum. Şimdi, kelebek olduğunu düşleyen bir insan mıyım, yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” Uyku, uyanıklığın “gerçekliğini” sorgular; uyanıklık da uykunun. Her ikisi, farklı referans çerçevelerinde işler.
Düşlerin İki Yüzü: Alçak ve Yüksek
Freud, düşlerin karanlık arzuları yansıttığını düşünse de, çağdaş analist, düşlerin aynı zamanda bilgelik, ahlaki yargılar ve öngörüler içerebileceğini söylüyor. Uyku, toplumsal “gürültü”den (propaganda, ideolojiler, kültürel baskılar) uzak bir alan sunduğu için, gerçek benliğimizin sesini duyabiliriz. Uyanıkken bastırılan içgörüler, düşlerde özgürce ortaya çıkar.
Örneğin, bir adam düşünde, herkesin saygı duyduğu bilge bir figürü zalim ve dolandırıcı olarak görür. Uyandığında şaşırır; çünkü bu figür, gerçekte saygın biridir. Ancak düşünün ardındaki gerçek, adamın bu kişiye dair ilk sezgisel hoşnutsuzluğudur. Uyanıkken bu sezgi, toplumsal “gürültü” tarafından bastırılmıştır. Düş, adamın gerçek yargısını ortaya çıkarır.
Başka bir örnek: Bir kişi, düşünde kendini kalabalık önünde çıplak görür ve utanç duyar. Freud, bunu çocuksu bir teşhircilik arzusu olarak yorumlardı. Ancak bu düş, aynı zamanda kişinin maskelerden arınma, dürüst olma ve toplumsal beklentilerden kurtulma isteğini simgeleyebilir. Utanç, uyanıkken başkalarının yargılarından duyduğu korkunun yansımasıdır. Düş, kişinin en derin arzularını, hatta erdemlerini bile açığa vurabilir.
Düşlerin Evrensel Dili
Düşler, insanlığın ortak dilidir. Mitlerde, masallarda, sanatta ve Kafka’nın eserlerinde kullanılan sembolik dil, düşlerin dilidir. Bu dil, arzuları, korkuları, yargıları ve içgörüleri, günlük dilden daha derin bir şekilde ifade eder. Ancak modern dünyada bu dil, “anlamsız” sayılarak unutulmuştur. Talmud’un dediği gibi, “Anlaşılmamış düşler, açılmamış mektuplara benzer.” Bu cehalet, hem mitlerin bilgeliğini hem de kendi benliğimizle bağımızı kaybetmemize neden olur.
Düş Yorumu Öğretilebilir mi?
Peki, bu unutulmuş dili neden eğitim sistemine dahil etmiyoruz? Düş yorumu, yabancı bir dil öğrenmek gibidir. Karmaşık düşler, uzmanlık gerektirse de, temel düzeyde herkes bu dili öğrenebilir. Bennington College’da hem psikanaliz öğrencilerine hem de lisans öğrencilerine düş yorumu öğreten bir akademisyen, bu sürecin diğer disiplinlerden farklı olmadığını söylüyor. Öğrenciler, düşlerin sembolik dilini çözerek hem kendi benliklerini hem de insanlığın evrensel ifade biçimlerini keşfediyor. Başarılar ender, başarısızlıklar düşük; tıpkı matematik ya da edebiyat gibi.
Düşlerin Yeni Yorumu
Düşler, ne sadece Freud’un “alçak” arzuları ne de Jung’un “yüksek” sembolleri. Onlar, insan doğasının her iki yüzünü de yansıtan bir ayna. Bir düş, çocuksu bir arzuyu ifade edebilir; ama aynı zamanda derin bir içgörü, ahlaki bir yargı ya da geleceğe dair bir öngörü sunabilir. Örneğin, İncil’deki Yusuf’un düşü, hem çocuksu bir üstünlük arzusunu hem de onun olağanüstü yeteneklerine dair gerçek bir öngörüyü barındırıyordu.
Düşleri anlamak için, kişinin karakterini, duygularını ve yaşam koşullarını bütüncül bir şekilde incelemek gerek. Her düş, bir mektup gibi; açıldığında, içimizdeki en karanlık dürtülerden en bilge yargılara kadar her şeyi anlatabilir. Bu mektupları okumayı öğrenmek, sadece kendimizi değil, insanlığın evrensel hikayesini de anlamak demek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder