Zaman, insan hayatının en tuhaf ve en soyut kavramlarından biridir. Çocukken bir yaz tatili sonsuz bir macera gibi hissedilirken, yetişkinlikte haftalar, aylar, hatta yıllar bir anda göz açıp kapayıncaya dek geçip gider. Peki, neden yaşlandıkça zamanın akışı bu kadar hızlanmış gibi gelir? Bu sorunun cevabı, yalnızca biyolojik saatimizin değil, aynı zamanda algılarımızın, alışkanlıklarımızın ve hayatın karmaşık dokusunun bir yansımasıdır.
Çocuklukta zamanın yavaş akmasının temel nedenlerinden biri, her şeyin yeni ve keşfedilmemiş olmasıdır. İlk bisiklet sürüşü, bir ağaca tırmanış ya da denizin tuzlu kokusunu ilk kez hissetmek; bu deneyimler zihnimizde derin izler bırakır. Yeni bilgiler öğrenirken ve dünyayı anlamaya çalışırken beynimiz, her anı yoğun bir şekilde işler. Bu yoğunluk, zamanın daha dolu, daha uzun hissedilmesine neden olur. Psikolog William James’in “yeni deneyimlerin bolluğu” teorisi, bu durumu açıklar: Çocuklar için her gün bir öğrenme serüveniyken, yetişkinler için rutinler devreye girer ve bu, zamanın akışını hızlandırır.
Yetişkinlikte, hayatın monotonluğu zaman algısını değiştirir. İş, ev, faturalar ve günlük sorumluluklar, günlerin birbiriyle benzer hale gelmesine yol açar. Beynimiz, tekrar eden olayları daha az ayrıntıyla kaydeder; bu da bir haftanın veya bir ayın sonunda geriye dönüp baktığımızda “Ne ara geçti bu zaman?” dememize neden olur. Bu durum, “oransal zaman teorisi” ile de ilişkilendirilir. Bir çocuk için bir yıl, hayatının büyük bir bölümüdür; örneğin, 5 yaşındaki bir çocuk için bir yıl, hayatının %20’sidir. Ancak 50 yaşındaki bir yetişkin için bu, sadece %2’lik bir dilimdir. Zamanın göreceli ağırlığı, yaş ilerledikçe azalır.
Biyolojik faktörler de bu algıyı etkiler. Yaşlandıkça beynimizin dopamin seviyeleri azalabilir ve bu, zamanın akışını daha hızlı algılamamıza yol açabilir. Ayrıca, prefrontal korteksin yaşla birlikte değişen işleyişi, anıların kodlanma ve hatırlanma şeklini etkiler. Çocukken her anı bir hikâye gibi hatırlarken, yetişkinlikte çoğu anı bulanıklaşır ve bu da zamanın “kayıp” gibi hissedilmesine neden olur.
Peki, zamanın bu amansız hızına karşı ne yapabiliriz? Belki de cevabı, çocukluğumuzun merakını geri kazanmakta yatıyor. Yeni bir hobi edinmek, farklı bir şehri keşfetmek ya da sıradan bir günde bile küçük bir maceraya atılmak, zamanın akışını yavaşlatabilir. Rutinlerin dışına çıkmak, beynimize yeni anılar hediye eder ve bu anılar, geriye dönüp baktığımızda zamanın daha dolu geçtiğini hissettirir. Mindfulness pratikleri de bu noktada etkili olabilir; anı yaşamaya odaklanmak, zamanın kayıp bir rüya gibi akıp gitmesini engeller.
Sonuç olarak, zamanın hızlanması, yaşlanmanın kaçınılmaz bir parçası gibi görünse de, bu tamamen bizim algılarımıza ve hayatı nasıl yaşadığımıza bağlıdır. Zaman, yalnızca saatlerin tik taklarıyla değil, yaşadığımız anların yoğunluğuyla ölçülür. Belki de önemli olan, zamanın ne kadar hızlı geçtiğini sorgulamak değil, her anı ne kadar derinlemesine yaşadığımızdır. Çünkü nihayetinde, zamanı yavaşlatmanın sırrı, hayatı daha çok hissetmekten geçer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder