Bu Blogu Takip Et

Sayfalar

Translate

22 Mart 2011 Salı

Kuars Kristalleri

Çok az buluşun gerçekten yeni olduğunun iddia edilebileceği, çağdaş keşiflerin çoğunluğunun eski bilgi ya da deneyimin yeniden – keşfinden başka bir şey olmadığı bunların sonra dünyaya genellikle çağdaş bir tarzda yeniden sunuldukları söylenir. Bu özellikle kuvars kristallerini itici güç olarak kullanan çağdaş teknolojimiz açısından, kuşkusuz, büyük ölçüde doğrudur. Eski zamanların sisleri, atalarımızın keşfettikleri ve bu alçak gönüllü madenle ilgili birçok kullanım alanını görmemizi hala engellemekteyse de, bir ölçüde ayrıntılı bilgi dünyanın her yanındaki birçok medyum kanalıyla yavaş yavaş yeniden yüzeye çıkmaya başlamakta ve kuvars kristallerinin insanlığa çok uzun bir zamandır hizmet etmekte oldukları giderek anlaşılmaktadır.

İlk önce efsanevi Atlantis kıtasında kullanılan kuvars kristalleri, çok kısa bir zaman sonra, bu madenin kendisine yüklenen herhangi bir gücü depolama ve büyütme konusundaki gizemli yeteneğinden yoğun biçimde yararlanan o zamanın insanları için vazgeçilmez hale gelmişlerdi. Çağdaş uygarlığımızın hala tümüyle bilmediği bir tarzda bu insanlar, büyük sentetik kristaller kullanarak evlerini ve kentlerini aydınlatıyorlardı. Yine bu kristaller vasıtasıyla çeşitli ulaşım araçlarını çalıştırıyorlardı. Çağdaş bilim yavaş yavaş bu kayıp bilginin bir bölümünü yeniden kazanmaya başlıyor, ve bugün sentetik kristaller Birleşik Devletlerde fırlatılan bazı uzay mekiklerinde kullanılmaktadır.

Atlantis döneminde, kristal gücünün gelişimine rahipler öncülük etmişlerdi; bunlar insanların zihinsel, fiziksel ve ruhsal bedenlerinde değişiklik yaratmak için kristallerin doğal elektromanyetik enerjilerinden yararlanmışlardı. Atlantis uygarlığının ilk devrelerinde, kristaller büyüdükleri geniş mağaralarda doğal hallerinde bırakılıyorlar ve bu mağaralar rahipler tarafından şifa odaları olarak kullanılıyorlardı. Bu geniş krsital oluşumlar, güçlü bir enerjiyle nabız gibi atıyorlar ve rahipler, yasaları çiğneyen varlıklarda bir kişilik değişimi meydana getirmek için bu enerjiyi kullanıyorlardı. Suçluları böyle bir mağaraya götüren inisiye rahipler, önce onları önüne yerleştirmek için uygun bir kristal seçiyorlardı. Sonra kristal oluşumunun elemental zekasına uyumlandıktan sonra kristal de güçlü bir elektromanyetik enerji salarak karşılık veriyordu. Sonra suçlu, kendisinin negatif düşünce örgüsünü pozitif, yapıcı düşünce ve davranışlara dönüşmesini sağlayacak bu güçlü titreşimi massetmek üzere yalnız bırakılıyordu. ( Günümüzde ciddi bir bunalıma girmiş hastaların başlarına uygulanan elektrod tedavsinin bu çoktan unutulmuş faaliyeti yansıttığı düşünülebilir)

Atlantis’in daha geç bir döneminde , bu kuvars kristalleri kesilip, uygarlığın birçok sömürgesine dağıtıldılar ve buralarda yine rahipler tarafından yönetilen çoğunlukla geniş mühendislik merkezlerine benzeyen şifa yurtlarında kullanıldılar. Atlantis sık sık volkanik patlamalara maruz kalan bir kıtaydı ve insanların yaşam tarzlarını buna göre ayarlamaları gerekiyordu. Ve onlar bir yanardağın merkezine ulaşıp, onun gazlarını , buharını ve jeotermal sularını yukarı çekerek, bunları evlerinin ve kentlerinin ısıtılmasında kullanıyorlardı. Atlantisliler arasında en kusursuz uygarlığı geliştirenler, Toltek kavmi oldu. Toltekler kuvars krsitallerini birçok amaç için kullanıyorlardı. Rahipler tapınaklarda, özel olarak eğitilmiş genç kadınların vizyon görme ve sezgi yeteneklerini geliştirmelerini sağlayan krsital aynalar yaratarak bu kristallerin kullanımını kusursuzlaştırdılar. Onlar aynı zamanda sesin ve rengin de yararlı etkilerinin farkındaydılar ve şifa odalarında daha önce yer altı mağaralarında yaptıkları şifa yöntemlerini daha da geliştirdiler.

Suçlular – genellikle toplum yasalarına uymayı reddedenleri her renk ve büyüklükte kristallerle dolu bir odaya koyuyorlar ve sonra rahiplerden biri, bir kristal seçip ona küçük bir değnekle vuruyor ve odayı terk ediyordu. Tüm kristaller – insanoğluyla ortak bir niteliğe haizdir – bireysel bir ‘'nota’’ yada ‘’ses’’ e sahip olmak gibi; ve kristal sesini eter’e salar salar salmaz onun rezonansı diğer kristallerinde kendi seslerini salarak karşılık vermelerine neden olur. En sonunda tüm oda kristallerin titreşimiyle dolar . Bu titreşimler eterde renk modelleri yaratırlar: ve bu ses ve rengin uyumlu birleşimi her bir kristalin saldığı nabız gibi atan elektromanyetik enerjiyle birleşince, bu odada bulunan kişide şaşırtıcı değişimler ve iyileşme yaratır.

Ahrimanik güçler İncilde onlardan ‘’ Belial(şeytan) Oğulları'' olarak sözedilir. Dünyada ortaya çıkışlarıyla birlikte Atlantis’te hayatın gidişi hızla değişti. Ahrimanik güçler kendi kontrollerine giren varlıklara daha sonra kusursuz sentetik kristaller yetiştirmeyi öğrettiler, çünki tüm doğal örnekler rahiplerin kontrolündeydi. Bu sentetik kristaller görünüşte yaralı amaçlar için geliştirilmişlerdi, ancak çok geçmden yıkım silahlarına dönüştüler.

Kristaller kanalıyla genç kadınlara gelen sezgiler Atlantisli erkeklerin arasında kıskançlık doğmasına neden oldu. Oysa bu genç kadınlar disiplinli bir eğitimden geçerek bu bilgilere sahip olmuşlardı. Ahrimanik güçler sentetik kristalleri kullanarak erkeklere telematik iletişimi öğrettiler her biri radyo alıcısına benzer gibi iletişim halindeydiler . Bu durum günümüz falcılığına benzer bir durumdu. Açık olan bu iletişim kanalında her türlü bilgiye ulaşabiliyorlar ve manipüle edebiliyorlardı.

Bu karanlık güçlerin rehberliği altında, Toltekler dünyayı kuşatan eterde yer alan dier enerji formlarının olduğu gibi, yıldızların radyo aktif enerjilerini çekebilen kristal tiplerini kusursuz hale getirdiler. Bu güçlü enerjiler, güneşin yakalanmış ışınlarıyla birlikte geniş kristal depolarına aktarılıyor ve çeşitli ulaşım araçlarına küçük kristaller vasıtasıyla yöneltiliyordu.
Ne yazıkki çok geçmeden Ahrimanik güçler Rahiplerle güç savaşına girdiler.

* Eter : Atomlar arası boşluğu ve tüm evreni doldurduğu varsayılan, tartışılamayan süptil madde.

Bermuda Şeytan Üçgeni

Bermuda Şeytan Üçgeni, Atlantik Okyanusunda çok sayıda uçak ve geminin kaybolduğu, bazı paranormal olayların yaşandığı bölgenin adıdır. Bu bölge Amerikan sahil koruma örgütünün 7 nolu bölge müdürlüğünün 5720 sayılı sirküler yazısında şöyle tarif edilmektedir: "Bermuda üçgeni ya da şeytan üçgeni diye anılan hayal ürünü yer, Atlantik'te, ABD'nin güneydoğu kıyılarında, açıklanamayan gemi, tekne ve uçak kayıplarının çok yüksek oranda yer aldığı bir alandır. Bu üçgenin köşelerinde Bermuda, Florida'daki Miami, ve Puerto Rico'daki San Juan olduğu kabul edilmektedir.

Kimsenin açıklama getiremediği bu esrarengiz fenomen, içinde bilim adamlarının da bulunduğu pek çok insan tarafından "doğaüstü bir takım güçlerin yaptırımı" olarak algılandı ve öyle lanse edildi. Bu açıklamalar arasında kayıp kıta Atlantis'in orada bulunup (bu düşünceyle paralel olarak Atlas Okyanusu ismini almıştır.) Kayıp Kıta'nın hiçbir zaman anlaşılamayan teknolojik ve manyetik kayıp aygıtlarından birinin etkisinden veya o bölgenin defalarca Dünya dışı varlıkların ziyaretlerinde orada yarattıkları manyetik alanın bir etkisi olduğu, hatta Kristof Kolomb'un bile tuttuğu günlüklerde, o bölgede gökyüzünde uçan tanımlanamaz cisimlerden bahsedildiği iddia edilmiştir. Bu esrarengiz üçgen ile ilgili olarak yapılan son iddia ise uzun yıllardır devam eden araştırmaların birkaç yıl önce bir sonuç verdiğinin iddia edilmesi ile ortaya çıktı . Bu son iddia ya göre tüm bu gizemli olaylar aslında basit bir doğal gaz cilvesi idi .

Yer altından fışkıran doğal gazlar, sadece yüksek kara parçalarından değil, deniz ve okyanus tabanlarından da çıkarlar. Çünkü deniz tabanları da üstü suyla kaplanmış alçak kara parcalarıdır. Ancak, okyanusların derinliklerindeki bölgelerden çıkmak isteyen doğal gazlar, oradaki çok düşük ısının da etkisiyle katı hâle dönüşürler ve "hidrat" denilen beyaz ve tebeşirimsi bir madde hâline gelirler. Çok derinlere dalabilen robot kameralarının bu bölgedeki karbeyaz okyanus tabanını ve bazı gemi enkazlarinı resimlemesinden sonra konuya şu bilimsel açıklama getirilmiştir: Bu bölge, Gulf Stream denilen sıcak su akıntısının da geçtiği yerdir. Tabanın bazen ısınması yüzünden, bu "tebeşir gazlar" erir ve sudan hafif oldukları için yüzeye doğru yükselirler. O anda, tabandan yüzeye kadar suyun yoğunluğu azalır . O sırada oradan geçen ne varsa, derin bir kuyuya düşer gibi hızla okyanusun dibini boylar. Çünkü, yoğunluğu düşen su, gemileri taşıyacak kaldırma kuvvetini oluşturamaz. Gazın yükselmesi sona erince yoğunluk tekrar eski haline döner ve geride hiçbir iz kalmadan kocaman gemiler kilometrelerce derine gömülmüş olurlar.

Uçakların düşerek kaybolması ise yine aynı sebeptendir. Yüzeye çıkan doğal gazlar, havadan da hafif oldukları için yükselmeye devam ederler. Bu kez yoğunluk azalması, bölgenin üzerindeki atmosferde oluşur. Oradan tesadüfen geçen bir uçak hemen irtifa kaybeder ve motorları durur. Çünkü, motorlardaki benzinin yanması için oksijene ihtiyaç vardır ve düşük yoğunluklu havanın içindeki oksijen miktarı motorların çalışması için yeterli değildir. Böylece uçak da , hızla okyanus tabanına doğru inişe geçer.


Kaybolan Uçaklar
piper aztec n1435p, december 22, 1980
beech 58 baron n9027q, february 11, 1980
piper turbo n505hp, july 5, 1982
beech h35 bonanza n5999, september 28, 1982
piper navajo n777aa, october 20, 1982
beech queen air 65-b80, november 5, 1982
cessna t-210-j n2284r, october 4, 1983
cessna 340a n85jk, november 20, 1983
cessna 402b n44nc, march 31, 1984
cessna 337 n505cx, january 14, 1985
cessna 210k centurion n9465m, may 8, 1985
piper cherokee lance n8341l, july 12, 1985
piper navajo n3527e, march 26, 1986
twin otter charter, august 3, 1986
cessna 402c n2652b, may 27, 1987
cessna 401 n7896f, june 7, 1987
cessna 152 n757eq, december 21, 1987
beech queen air n884g, february 7, 1988
cessna 152 n4802b, january 24, 1990
piper cherokee n7202f, june 5, 1990
piper comanche n8938p, april 24, 1991
grumman cougar n24wj, october 31, 1991
cessna 152 n93261, september 30, 1993
piper cherokee six n69118, august 28, 1994
piper aztec n6844y, september 19, 1994
piper cherokee ii n5916v, december 25, 1994
aero commander 500-b n50gv,may 2, 1996
piper cherokee archer n25626, august 19, 1998
aero commander 500 n6138x, may 12, 1999
casca commander 350 c3256x, june 19, 1993



Kaybolan Gemiler
distant horizons marine sulphur queen, a 504-foot t-2 tanker
poet, a 520-foot cargo ship
silvia l.ossa, a 590-foot ore carrier
samkey, a 416-foot liberty ship
witchcraft, december 22, 1967
polymer iii, a 43-foot power yacht, 1980
kalia iii, a 38-foot sailing yacht, 1980

Nazca Çizgileri - Nazca Çizgilerinin Sırrı

Nazca Çizgilerinin Sırrı



Bilim dünyası Amerikalı arkeolog Paul Kosok tarafından resimleri çekildiğinden beri şu soruların cevaplarını arıyor: Bu dev şekilleri kimler, nasıl ve hangi amaçlarla çizmiş olabilir? Bu gizemli çizgilerin fonksiyonu ne olabilir?

Dünyanın belki de en büyük sanat eserleri arasında sayılabilecek ve aynı zamanda en zor görülebilen sanat eseri Nazca’daki desenlerdir. Ancak bu söylem, Peru’nun Nazca çizgileri için kullanılabilir. Erich von Däniken 1968 yılında kaleme aldığı "Tanrıların Arabaları" adlı araştırma kitabında, bu dev şekillerin uzaylı zekâsının ürünü olduğunu öne sürdü.


1926 yılının eylül ayında, Profosör Julio C. Tello önderliğindeki bir arkeolog ekibi, Peru’nun güneyindeki bir çölün uzantısında yer alan Nazca Düzlüğündeki Cantallo’da kazı yaparken, ekipteki iki üye o bölgedeki bir tepeye tırmandılar ve olağandışı şaşırtıcı bir keşifte bulundular. Nazca’daki çölün sanki dev bir cismin ya da varlığın yapabileceği büyüklükte çizimlerle dolu olduğunu gördüler. Çölde, binlerce düz, kıvrımlı çizgil, geometrik şekiller ve hayvan çizimleri vardı. Ancak bunlar o kadar büyüktü ki sadece yüksekten bakıldığında seçilebiliyordu. Bu desenlerin çöl bölgesinin içinden geçen Pan Amerikan Otoyolu yapılırken bile kimse farkına varmamıştı. Ancak 1930’larda, bu muhteşem çizimlerin üzerinden uçan Peru Hava Kuvvetlerinin pilotlarının çektiği fotoğraflarla arkeologların keşfi doğrulandı.

İnsanlık bu geoglifleri, 1939 yılında Peru’nun başkenti Lima’nın 400 kilometre güneyindeki Nazca ovası üzerinde gözlem uçuşu yapan Amerikalı arkeolog Paul Kosok ‘un ilk fotoğrafları çekmesi üzerine görmüş ve tanımış oldu. Soruyu araştıran bilim dünyasında, o günden bu yana çok değişik savlar ortaya atıldı. Bu çizgilerin, başlangıçta "Kristopf Kolomb-öncesi Latin Amerika"da düzenlenen ilk olimpiyatların atletizm pistleri olduğu iddia edildi.



Astroloji dünyası da durmadı ve Maymun, kuş ve fok gibi hayvan şekillerinin dev bir yıldız falı olduğunu söylediler. Onlara göre, bu dev hayvan şekilleri, günümüz burçlarına benzer nitelikteydi. Birçok bilim adamı ise, bu çizgilerin nazca bölgesinde yaşayan uygarlığının yürüyüşü çok sevdiğini ve tesadüfü oluştuğunu söylemiştir, ama bu tez de arkeologların araştırmalarınca çürütüldü.


Nazca Keşifçisi Maria Reiche

Nazca için ilk bilimsel açıklama, Alman matematikçi Maria Reiche'den (1903-1998) geldi. 1946 yılında Nazca yakınlarındaki San Pablo kasabasına yerleşti ve yaşamını Nazca çizgilerinin sırrını bulmaya adadı. Bilimsel kariyerini geogliflerle yapmak isteyen Maria sayesinde Nazca'nın dev şekilleri,1983 yılında UNESCO tarafından "Dünya Mirası" kategorisinde koruma altına alındı. Maria Reiche, öncelikle bu çizgilerin nasıl çizildiği sorusuna bir açıklık getirdi. Ona göre, kumun daha koyu olan üst tabakası kazınmış ve böylece alttaki daha açık bir tabaka ortaya çıkarılmıştı. Ona göre, şekiller Güneş'in, Ay'ın ve bazı yıldızların pozisyonunu yansıtıyordu. Ve insanlara ne zaman ekinlerini ekmeleri, ne zaman tarlalarını sulamaları ve ne zaman ekini toplamaları gerektiğini hatırlatıyordu. Ne var ki, daha kuşkulu bilim adamlarına göre bu sav, bir bakıma dev okları ve düz çizgi biçimindeki şekilleri açıklıyordu, ama özellikle hayvan figürlerinden oluşan görüntüler konusunda yetersiz kalıyordu. Düz çizgiler de hemen bütün yönlere kaydırılmıştı. Daha sonra bilgisayar aracılığıyla yapılan hesaplar, şekiller ve çizgilerin sadece yüzde 20'sinin astronomik pozisyonlara uygun düştüğünü gösterdi. Maria Reiche'nin kuramı belki olayın bir yönünü aydınlatıyordu, ama acaba tümünü aydınlatmaya yetiyor muydu? Bu tüm bilim adamlarının her zaman merak konusuydu.

Nazca'nın sırrını popülerleştiren ve belki de ilham yoluyla hissettiğini kitabında yazarak, okuyucularını bambaşka düşüncelere sevk eden isim, Alman "new age" yazarı, Erich von Däniken oldu. 1968 yılında kaleme aldığı "Tanrıların Arabaları" adlı araştırma kitabında, bu dev şekillerin uzaylı zekâsının ürünü olduğunu öne sürdü. Daniken’e göre, yamuk biçimindeki ana şekiller, basit bir biçimde uzay gemilerinin iniş pistleriydi. Ve uzaydan gelen ve gelişmiş bir teknolojiye sahip bu yabancılar, yerel halk tarafından "tanrılar" olarak kabul görmüşlerdi. İşte o nedenle, daha sonra bu gökyüzünden gelen tanrılarla iletişim kurmak için kumun üzerine, büyük çoğunluğu hayvan figürlerinden oluşan dev şekiller çizmişlerdi. Bu İzler, 1300 kilometre karelik bir alanı kapsamaktadır. Nazca ovasında toplam 26 çizim vardır. Bu izlerin bulunduğu yerden çıkarılan çanak çömlekler M.Ö 300 ve M.S. 540 yılları arasında yapıldığı düşünülmektedir.

Nazca’da yapılan kazılar ve araştırmalarda geoliflerin 12 kilometre kuzeybatı yönünde ortaya çıkarılan kazılarda (Cahuachi kazıları),çok sayıda eşya gün ışığına çıktı. Bu bölgede yapılan kazıları koordine eden İtalyan mimar ve arkeolog Guiseppe Orefici, ayrıca burada 24 kilo-metre kare genişliğinde dev bir nekropol ortaya çıkardı ve buraya tahminen 20 bin ile 30 bin kişi gömülmüştü. Ortaya çıkarılan çok sayıda mumya, süs eşyası, müzik aleti gibi eşyaların arasında bulunan iki şey İtalyan arkeologun dikkatini çekmişti. Üstlerinde geogliflerdeki çizgilere benzer şekillerin bulunduğu seramik vazolar, çanak çömlekler çıkarıldı. Bu eşyaların üzerinde de Nazca’daki yere çizilen desenlere benzer şekiller vardı. Ve bir o kadar önemli olan bir mezarda ortaya çıkarılan ölü töreni mantosu idi... Bu 2000 yıllık mantonun kenarlarına 500 tane küçük bebek işlenmişti. Bu bebeklerin bir kısmı müzik aletleri çalıyor, diğerleri de ellerini havaya açmış bir şekilde dans ediyorlardı. Her bebeğin yaptığı hareketi bir başkası izliyordu. Bebeklerin davranışları bir ölü gömme ritüelini çağrıştırıyordu. İşte bu noktadan hareket eden İtalyan arkeolog, Nazca geogliflerinin dinsel bir ritüeli simgelediği tezini geliştirdi.

Ayrıca bu eşyalar, karbon 14 testi ile M.Ö. 5. yüzyıldan M.S. 6. yüzyıla kadar tarihlendirilebiliyordu. Ve burada büyük bir uygarlık yaşamıştı. Bu uygarlık tam 1000 yıl boyunca varlığını sürdürmüştü. Bölgenin çöl topraklarını kendilerine yerleşim bölgesi olarak seçen bu topluluk, günümüzde "Nazcalılar" diye anılıyor.
yasamoyunu.net
Guiseppe Orefici’nin savına göre Nazcalılar, barışçıl, ama koyu dindar bir topluluktu. Mumyaların arasında, bir tane bile düşman mumyasına rastlanmaması, onların savaşçı olmadığının somut bir göstergesiydi. Yazıyı, büyük bir olasılıkla tanımıyorlardı. Ancak, sanatta ve en önemlisi, geometri konusunda çok ileriydiler. Hem de, kenarları 110 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğinde piramitler inşa edecek kadar ustaydılar.

Yapılan kazıların ortaya çıkardığı bir başka ilginç nokta ise, bulunan tüm eşyalarda ortak paydanın su olmasıydı. Kurak, hatta çöl denecek bir iklimde varlıklarını sürdüren Nazcalılar için su çok önemliydi. O nedenle, sarmal biçimde kuyular oluşturarak gelişmiş bir su iletişim şebekesi oluşturmuşlardı. Şebekeden, bazı civar köyler ve kasabalar bugün bile yararlanıyorlar. Bu noktadan hareket eden Guiseppe Orefici’ye göre, Nazcalılar'ın bütün dinsel ritüellerinin su ve bereket kavramları oluşturmuştu.

Ve bu savdan sonra Guiseppe Orefici geolifleri üç farklı kategoriye ayırdı. (sarmal şekiller, hayvan figürleri, dev düz çizgi ve oklar) kesin, ama farklı dönemlere karşılık geliyordu. İlk olarak, Nazcalılar'ın, M.Ö. 500 yıllarında sarmal şekilli geoglifleri oluşturdukları düşünülüyor. Bunlar göreceli olarak değişiyordu. Daha büyük çizgilere, kuş, örümcek, fok, maymun gibi hayvan şekillerine geçiyorlardı. İtalyan arkeoloğa göre, bu hayvanlar Nazcalılar'ın tanrılarını simgeliyordu, tümü su ile yakından ilişkiliydi... Bu dönem, aynı zamanda Nazca uygarlığının altın çağları olarak gösterilebilirdi... İlk kentlerini, nekropollerini inşa ediyorlar. M.S. 3. ve 4. yüzyılı kapsayan bu dönem, And Dağları'ndaki büyük fayın yol açtığı büyük bir deprem ile sona eriyordu. Doğal bir afet karşısında tanrılarına duydukları güveni yitiren Nazcalılar, kurdukları kentlerin üstünü kum ile örtüp göç etmeye hazırlanıyorlardı. İşte bu sırada, gidecekleri yönü gösteren ok ya da düz çizgi şeklindeki son dönem geogliflerini çizmiş olabilecekleri düşünülüyor. Çünkü onlar, artık hayvan figürleri biçimindeki tanrılarını terk etmiş bulunuyorlar. Ancak, yeni göçtükleri topraklarda da onları mutlu bir son beklemiyor. Önce, 6. yüzyılda Huariler tarafından özümseniyorlar. 1000 yıllarında, Huariler'i yıkan Chinchas'ların egemenliği altına giriyorlar. Son olarak da İnkalar'ın içinde eriyip tarihin içindeki muhteşem yerlerini alıyorlar.

Peki ama, büyük çoğunluğu sadece uçaktan görülebilen bu dev şekilleri Nazcalılar nasıl çizmiş olabilirler? Guiseppe Orefici bu konuyu fotoğrafçılıkta kullanılan "agrandisman" yöntemiyle açıklıyor. Ona göre, önce ana şeklin en küçük parçasının şeklini çizdiler ve daha sonra da, basit basamak hesaplarıyla daha büyüklere geçtiler. İtalyan arkeoloğun düşüncesi başka bir olayı daha açıklıyor: bazı geogliflerdeki temel hesaplama hatalarını...


İtalyan arkeolog, bu kuramını bir süre önce Perulu ilkokul öğrencileriyle gerçekleştirdiği bir deneyle kanıtladı. Öğrencilerle birlikte, direkler, ipler ve bazı temel geometri kurallarını kullanarak, bu dev şekillerden bir tanesinin benzerini yarım gün içinde gerçekleştirdi.

Ancak, İtalyan arkeolog Guiseppe Orefici'nin kuramında açıklanamayan noktalar var. Kazılarda ortaya çıkarılan eşyaların, özellikle de vazoların üstündeki şekillerle geoglifler arasında birebir bir ilişki görülmüyor. Örneğin yamuk, düz ok ve çizgi gibi bazı tipik geoglif şekillerine bu tür eşyaların üstünde hiç rastlanmıyor. Aynı topluluğun, toprakta farklı, günlük yaşam eşyaları üstünde farklı motifleri işlemiş olması bazı sorular yaratıyor. Öte yandan, bugün bilim adamlarının sık sık kullandığı tarihlendirme yöntemi olan "karbon 14 testi" kaya ve tahta için olumlu sonuçlar verirken, toprak konusunda kuşkular taşıyor…

Nazca uygarlığına bu çizimleri nasıl yapacakları bir şekilde öğretildi. Ayrıca insanın aklına ilk gelen soru şu oluyor; bir uygarlık ya da kabile neden sadece havadan görülebilecek bir şey yapsın? Yani en azından o zaman için yaşayan insanların görmeyeceği bir şeyi neden yapsın? Ayrıca bu çizimler insana hitap etse, bir halk, neden bu çizimleri yere yapsın? Pekala kayalara, taşlara duvarlara, mağaralara yapabilirlerdi. Bu çizimleri acaba Eric von Daniken’in de kitabında yazdığı gibi orada yaşayan halk uzaylılara mesaj göndermek için yapmış olabilir mi? Ki bu çizgilerin arasında havaalanı pisti de bulunmuştur.

Nazca çizgilerinin üzerindeki sır, tam olarak kalkmış değil... Bu bilim dünyası için hala araştırma konusu, ama insanı alıp o zamanlara götürüyor… Neler yaşanmış olabileceğini düşünmeye, hayal etmeye, fantastik bir macera kurgulamaya itiyor.
(alıntı)

Maya Takviminin Büyük Döngüsü ve 2012

Maya Takviminin Büyük Döngüsü ve 2012

José Arguelles

En ilginç zamanda yaşıyoruz. Maya perspektifinden ve bir çok diğer perspektiflerden bunlar bitiş zamanları, kehanet zamanı. Hemen hemen herkes 2012 tarihini işitmiştir. Çoğu insan bu tarihi işitir ve şöyle der, “Hmm, bu Maya takviminin sonu değil mi?”
Bu basmakalıp yanıttır. Maya takvimi 2012’de sona ermez. Maya takvimi döngüler içindeki döngülerin içindeki döngülere dayanır. 2012 de olacak olan şey büyük döngünün sona ermesidir. Bazı nedenlerle 2012 tarihi diğer tarih kehanetlerinden daha çok insanların zihinlerinde ve hayallerinde kalmıştır. 2012 bir işaretleyicidir, DNA'mızdaki uyanış cağrısıdır.



Mayalar için, 2012 genelde Büyük Döngü olarak sözü edilen döngünün bitişidir. Büyük Döngü Maya takviminde 13.0.0.0.0 tarihinde başlayan 5,125 yıllık bir döngüdür. Gregorian/Julian takviminde bu tarih M.Ö. 13 Ağustos 3113'tür. O noktada ne oldu? Eğer tarih kitaplarınıza bakarsanız, çoğu Batılı tarih kitapları uygarlık tarihinin yaklaşık M.Ö. 3100 de başladığını söyler, bu Maya Long Count takviminden 13 yıl farklıdır.

Hintlilerin su andaki Kali Yuga döngüsü sadece 11 yıl sonra, M.Ö. 3102 de başladı, bu söylenene göre Lord Krishna’nın dezenkarne olduğu ve Kali Yuga’nin başladığı zamandır. Kali Yuga son ve en karanlık çağdır. Mayalara göre tarih M.Ö. 3113’te başladı. Mısır’ın ilk hanedanı yaklaşık M.Ö. 3100’de kuruldu. Tarihteki ilk şehir yaklaşık M.Ö. 3100 de kuruldu. Bu, Uruk şehri idi, bundan Irak ismi türedi. Uruk Mezopotamya’da tarihin başlangıcında yedi bilge adam tarafından kuruldu. Eğer tarih kitaplarınıza bakarsanız, uygarlık tarihi olarak düşündüğümüz hemen her şeyin o noktada başladığını ve yavaşca oradan inşa olduğunu görürsünüz. Bu uygarlığın Babil/Mezopotamya orijinidir. Mayalar uygarlığın bu 5.125 yıllık döngüsünün 21 Aralık 2102 de sona ereceğini söylüyorlar. Şu anda çok az zaman kaldi, çok uzakta değil.

[dezenkarne: bedeni terketmek; madde aleminden, madde ötesi aleme geçiş... uyularla algılanabilen alemden, (Dünya Fizik alemi) duyularla algılanamayan aleme (Fizik ötesi alem - Ahret alemi) geçiştir.]

Üçüncü Bin Yılın ilk yılından önce, herkesin şiddetle farkında olduğu büyük bir olay gerçekleşti. Bu olay 9-11 olarak biliniyor. Şimdi hepimizin 2012 yolunda olduğumuz gerçeğinin durumunu tesis eden kıyamet gibi bir olaydı. Tüm işaretler 2012'yi gösteriyor. Hiç kimse 21 Aralık 2012'den geçmeden geleceğe ulaşamaz. Döngünün sonu ne anlama geliyor? Dünyada, tam şimdi neden olayların şu anda gerçekleştiği şekilde olduğu ile ilgili bize ipuçları veren gerçekte neler oluyor? Ve bu şeyleri bu kadar iyi bilen kadim Mayalar kimlerdi?

21 Aralık 2012’de, bir döngü tamamlanacak. Mayaların ''13 baktun'' olarak adlandırdığı bir döngü. M.Ö. 3113 ve 2012 arasında 13 baktun vardır. Bir baktun tam olarak 144.000 günlük bir döngüdür. On üç tane 144.000 günlük döngü ve bir döngünün tamamlanmasına gelirsiniz. Bu, tarhi döngüsü veya uygarlık döngüsü olarak adlandırdığımız döngüdür. Bu döngü dünyanın ve güneş sisteminin ve hatta galaksinin tekamülünün tarihinde çok ilginç bir döngüdür.

21 Aralık 2012 ayrıca daha büyük bir döngünün sonuna işaret eder, 26.000 yıllık döngü, bu uzun döngüdür. Ayrıca 21 Aralık 2012 de kapanan bundan daha büyük bir döngü de vardır. 104.000 yıllık bir döngü. Tüm bu döngüler 2012 de tamamlanıyor veya yakınsama noktasına geliyor.

Bu döngünün zirve noktası on üç baktunun son yedi ayı sırasında gerçekleşecek ( Haziran – Aralık 2012). Kış Gündönümü sırasında Döngü kapanırken, Dünya kutup cevresinde olan bir köprü ile donatılacak, bu insanın kendi algılamasını ebediyen degiştirecek ve onu daimi kozmik bilinçliliğe yükseltecek. Sonra bunu Yedi Mistik Ay takip edecek.
(alıntı)
not: 2012 konusunu merak edip araştırdığımda, fazla birşey elime geçmedi. eğer daha iyi kaynaklar bulur ve paylaşırsanız sevinirim... bulduğum konuyu tercüme eden kişi sanırım gereken özeni gösterememiş...

Annunaki ve "13 Ahau"

Ve dünyanın üzerinde insanlar çoğaldılar, oğulları ve kızları oldu; ve bir gün Tanrı'nın oğulları insanın kızlarını gördüler, beğendiler, onları eşleri olarak seçtiler. Onlardan, güçlü ve yenilmez bir nesil doğdu."
Bu satırlar, Tevrat'ın "Genesis - Yaratılış" bölümündeki bir ayete ait. Yirminci yüzyılın ortalarına dek çok da fazla sorgulanmayan ve açıklanması güç görünen benzeri ifadeler, dini muhafazakarlığın yumuşama eğilimine girmesiyle birlikte dilbilimcilerin, ilahiyatçıların ve tarihçilerin ilgilerini üzerinde toplamaya başladı. Bütün semavi dinlerin öncüsü denebilecek Museviliğin Kutsal Kitabı Tevrat, "Yaratılış" bölümündeki bilmece gibi ifadelerle çelişkili yorumlara neden oluyordu. Nuh ve yakınlarının kurtulduğu büyük Tufan'dan sonra dünya üzerinde insanlar çoğalmaya başlarken, noalrın kızlarını beğenen "Tanrının Oğulları" da kimdi? Bu birleşmeden "güçlü ve yenilmez nesiller" doğması ne anlama geliyordu? Din adamları bunların tartışılmaya başlamasından hoşlanmadılar ama soru işaretleri bir dönem unutulsa bile bir süre sonra yeniden insanları meşgul ediyordu.

Altmışların sonlarında, İsviçreli yazar Erich Von Daniken, Tevrat'taki ilginç ayetlerin yanı sıra antik çağ tarihine ilişkin açıklanamayan gariplikleri de derlediği sansasyonel kitabı "Tanrıların Arabaları"nda, alabildiğine spekülatif bir varsayımla çıkıverdi ortaya: "Tanrının oğulları", bilinmez bir zamanda uzaydan gelip dünyamıza inen, bizden çok çok ileri bir uygarlığın üyeleriydi ve dünyamız üzerinde belirgin izler bırakmışlardı. Mısır'ın piramitleri, Paskalya Adası'nın heykelleri, Hindistan'ın garip efsaneleri ve Orta Amerika'nın tapınakları, hep onların geliş hikayelerine ait gizleri barındırıyordu.

Elbette ortodoks bilim bu iddiaları ciddiye bile almadı. Her şeyden önce Daniken bir "amatör"dü, bilim adamı değildi. Diğer yandan, çoğu kez bilgi eksikliği ve aceleci yorumlarla basit hatalar yapmış, bütünüyle iç tutarlılığa sahip bir teori de geliştirememişti. Bilimsel yaklaşım ve yöntemlerden uzak olduğu için, varolan verileri eğip büküyor, istediği sonuca bir biçimde uydurmaya çalışıyordu ki bu da onun teorilerini bir üfleyişte yıkılacak iskambil şatolara benzetiyordu. Birkaç arkeolog ve astronom dışında Daniken'i ciddiye alıp yanıt vermeye çalışan bile olmadı. Oysa, işin başında doğru sorular soruyordu İsviçreli yazar ama bunlara yanıt getirmeye çalışırken spekülatif eğilimleriyle inandırıcılığını yitiriyordu.

Bir süre sonra, tam "Tanrıların Arabaları"nın medyatik sansasyonu dinmişken, hiç beklenmedik bir yerden bir başka çarpıcı teori çıkıverdi ortaya. "Çarpıcı" nitelemesi de yetersizdi aslında; eğer Daniken'in söyledikleri "ilginç" olarak görülüyorsa, bu teoriye ancak "şoke edici" nitelemesini uygun görebilirdik. İnanılmaz, şaşırtıcı, son derece radikal ve aynı oranda da büyüleyici bir teoriydi bu. Yazarı da, dünyanın en saygın ve en usta dilbilimci ve tarihçilerinden biriydi: Zecharia Sitchin. Mezopotamya'daki bütün kazı alanlarında bulunmuş, binlerce eski tabletin derlenip okunmasına ve tercümesine olağanüstü destek vermiş, bütün Batı dillerinin yanı sıra antik dillerin neredeyse hepsini çok iyi bilen bu büyük usta, "12. Gezegen" adını verdiği kitabıyla bilim gündemine bomba gibi düşmüştü.

Sitchin bir bilim adamıydı ve dünyanın her yerinde akademik çevrelerde sevgi ve saygıyla anılıyordu. Dahası, yaşamının otuz yılını Mezopotamya uygarlıklarına ait çivi yazısı tabletlerin derlenip okunmasına ve deşifre edilmesine vermişti. Bütün bu uğraşının meyvesini, Tevrat'ın gizemli bölümlerinin deşifresiyle de birleştiren Sitchin, eski metinlerin mitoloji ya da dini fantezi diye bir kenara atılamayacağını, eğer doğru "anahtar"la okunursa neredeyse bire bir, dünyamızın "günce"sini sergilediğini iddia ediyordu ve bu "anahtar"ı uzun çalışmalar içinde geliştirmişti.

Bundan 450000 yıl önce, "Nibiru" ya da "Marduk" adlı bir gezegenden, bir grup ziyaretçi gelmişti dünyamıza. Nibiru, Pluton'un dışından elips bir yörüngeyle güneş sistemimize bağlı olan "12. Gezegen"di. (Sümerler Güneş ve Ay'ı da sayıyorlardı.) Yörüngesini tamamlaması yaklaşık 3600 yıl sürüyordu ve bu büyük turun önemli bir bölümünü dünyanın çok uzağında geçiriyordu Nibiru. Sümerlerin büyük tanrısı Anu, aslında bu federasyonun başkanıydı ve onun tarafından dünyamıza bazı mineraller almak üzere yollanmış olan ekibe de "Annunaki" deniyordu. Başlarında, Sümer dininin en büyük tanrısı olan Enlil vardı. Enki, İnanna, Ninlil, Ereşkigal gibi diğer "tanrı"lar da aslında bu ekibin "beyin takımı"nı oluşturmaktaydı. Gelirken, yanlarında, madenlerde çalıştırmak üzere eğitilmiş iri cüsseli, devasa işçiler getirmişlerdi ki bunlar Tevrat'taki "Nefilim"e denk geliyordu. Bir süre sonra ağır şartlara isyan eden devlerin yerine, dünyadaki varolan en uygun yaratık seçilmiş, bu maymunsu yaratık üzerinde genetik işlemler uygulanarak "insan nesli" geliştirilmişti. Annunaki arasında, bu insanlarla ilişki kuranlar da çıkmıştı ve bir anlamda "melez tür" yaratma deneyleri yapılmıştı - aynı, Yaratılış bölümünde "Tanrının oğulları insan kızlarını eş olarak seçti" ayetinde söylendiği gibi.

Sitchin'in teorisi, Daniken'inki gibi bir "türetme" düşünce değildi ve görünüşünün aksine, hiçbir spekülatif yön taşımıyordu. Onun yaptığı yalnızca bütün antik diller için geçerli olabilecek dilbilimsel bir şifre anahtarı bulmak ve bu anahtarla o metinleri okuyup tercüme etmekten ibaretti. Elbette, yankıları da büyük oldu. Daniken gibi bir amatöre kolayca sataşanlar, sitchin gibi bir ustaya aynı pervasızlıkla yaklaşamıyorlar, belli belirsiz "bu metinlerle uğraşa uğraşa akli dengesini yitirmeye başladı" demeye getiriyorlardı. Ama Sitchin hiç aldırmadı ve yoluna devam etti. Bugün, altı kitaptan oluşan "Earth Chronicles" (Dünya Güncesi) dizisiyle, ortalığı sarsmaya devam ediyor.

Nibiru'ya gelince: Astronomlar, neredeyse elli yıldır, güneş sisteminde, Pluton'un dışında, oldukça uzun yörüngeli bir gezegenin varlığından şüpheleniyor ve bu doğrultuda araştırmalar yapıyorlar. "Planet X" adı verilen bu araştırma misyonu içinde, Sitchin'in Sümer metinlerinden çıkardığı bilgilerin doğruluğunun kanıtlanmak üzere olduğunu söyleyenler de var, böyle bir ize hala rastlanmadığını belirtenler de. Ama Nibiru'nun büyüsü giderek daha çok insanı çekmeye başlıyor. Hele, gezegenin dünya yakınına bir dahaki geliş tarihinin aşağı yukarı 2013 yılına rastlayacağı tezi dikkate alınınca, heyecan daha da artıyor. Bilindiği gibi, Olmec ve Maya takvim sisteminin döngüler üzerine kurulu yapısında, merakla beklenen ürpertici bir tarih var. Bu, Maya takviminde "13 Ahau" olarak adlandırılıyor ve bir dahaki 13 Ahau da 23 Aralık 2012'ye rastlıyor! Bütün tarihleri boyunca Mayalar, 13 Ahau'ya konsantre olmuşlar, o günden hem korkmuşlar, hem heyecanla beklemişler. 2012'nin sonu, 2013'ün başı diyebileceğimiz bu tarih acaba Nibiru'dan Annunaki'lerin dönmesini mi işaret ediyor bize? Ne kadar çılgınca görünürse görünsün, Sitchin gibi bir bilim adamının sözleri karşısında heyecanlanmamak mümkün mü: "Ben bu kitapları, dünyalılara yaratıcılarını anlatmak ve onların dönüşüne hazırlanmalarını sağlamak amacıyla yazdım. Annunaki döndüğünde, buna hazır olmanız için."

Pagan Ay Bilgisi (Moon Lore)

Paganizm inancına ay’ın önemi çok büyüktür. Bu yazı dizisinde sizlerle ay hakkında paganizm inancınaki bilgilere yer vereceğim.

Bir zamanlar şunlara inanılırdı:
1. Ay’ın karanlık kısmının tanrıça Diana’nın avlandığı ormanlar ve karanlık taraflarının da açık düzlükler olduğuna inanılırdı.
2. Ay’ın döngüsünde Tanrıça’nın kadın ve erkeklerin hayatları üzerinde dündüğüne inanılırdı.
3. Ay’ın, Tanrıça’nın taktığı bir takı, yıldızların ise elbisesini süsleyen dekorlar olduğuna inanılırdı.

Ay isimleri:

Ay’ların isimleri, tanrıça’nın yılın her ayında kendini gösterdiği döneme göre değişirdi ve bunların mevsimsel özellikleri vardır. Ekim ve kasım da kış için hazırlık çabaları görülürken, aralıkta kurtların yiyecek aramak için köylere yakınlaşması görülür. Her ay’ın özelliğine göre her ay içerisinde olan dolunay’a isim verilmiştir.

Ekim: Avcı Ay’ı
Kasım: Ambar Ay’ı
Aralık: Uzun gece Ay’ı
Ocak: Kış Ay’ı
Şubat: Kurt Ay’ı
Mart: Kuzgun Ay’ı
Nisan: Çayır Ay’ı
Mayıs: Çiçek Ay’ı
Haziran: Gül Ay’ı
Temmuz: Geyik Ay’ı
Ağustos: Balık Ay’ı
Eylül: Hasat Ay’ı
[ Yukarıda verilen adlar ''güneş'' takvimine ait ay adlarıyla (ocak, şubat,mart vs..) AY takvimine ait ay zamanları karıştırılmamalıdır. Yani Ekim ayı eşittir Avcı ayı değildir. bunun anlamı ekim ayına denk gelen ay'ın 28 günlük evresidir. Bu tarih, bir önceki veya bir sonraki aya kayabilir. uygulamalarda buna dikkat edilmelidir.

İkininci olarak ''ay takvimi'' ''güneş takvimi'' gibi 12 aydan oluşmaz. Ay takvimi 28 günlük toplam 13 aydan oluşur. Burada eksik verilmiş ay ayının adı ''mavi ay'' (ki bu sihirli bir zamandır) dır. Cadılıkta ve doğal olarak wicca inancında '1yıl ve 1 gün' terimi de buradan gelmektedir zaten. Çünki 28 günlük 13 ay toplamda 364 güne denk gelir. Kalan bir günlük fazlalıkta ''samhain'' gecesidir ya da duruma göre inisye töreni günüdür. Mavi ay değişken 28 günlük süredir ve genellikle bir Güneş Takvimi Ayında, ikinci olarak çıkan Dolunay' a verilen addır. Bu ayın kelt ismi ''saz'' dır (suda yetişen uzun bitkiler, kamış). Bu ay zamanı özellikle bereket (her türlüsü), sevgi ve korunma büyüleri için çok ideal olup, yaşamımıza bu olguları tam anlamıyla çekmek için mükemmel bir zamandır. ev içi veya dışıyla ilgili aklınıza gelebilecek her ama her konuda bu zamanda çeşitli çalışmalar yapabilirsiniz.


Ay Büyüsü:

Ay’ın güçlerini toplamak ve yönlendirmek cadılıkta önemli bir yere sahiptir. Temek yönlendirmeler olsa da ay büyüsü tamamen kişisel bir olgudur. Antik zamanlarda, ay rahipleri ve rahibeleri vardı. Sahil ve ada paganlarında ise deniz rahipleri ve rahibelerine rastlamaktayız. Deniz suyunu kullanmak ay büyüsü’nün önemli ritüellerinden biridir. Suya(deniz suyu) enerji yükleyip daha sonra suyu buharlaştırıp suyun içine önceden atılmış bitkileri kuruduktan sonra tütsü olarak kullanmak da önemli bir ritüel parçasıdır.
Ay büyüsü’nde ritüel altar’ı ay’a doğru kurmak daha faydalı olacaktır. Ay enerjisi için kadınlar her zaman erkeklerden daha iyi bir kanal olmuşlardır çünkü biyolojik olarak ay ile alakalı taşlar ve diğer her şeyle erkeklerden daha fazla uyum gösterirler. Bu erkeklerin bir kanal olamayacağı anlamına gelmez tabi. Yazının devamında hem erkekler hem de kadınlar için ay büyüsü ritüeli verilecektir.





Ay büyüsünde altar batı’ya bakmalı ve altar batıya doğru dönük olmalı. Altar yuvarlak olursa daha iyi olur ama kare veya üçgen de kullanabilirsiniz. Altar’ın ortasına bir kase(ya da kadeh) tuzlu su koyun. Kadehin ortasına beyaz bir deniz kabuğu yerleştirin. Daha sonra, ay’ın konumu ve fazına göre (dolunay, yeni ay vs.) uygun tanrıçanın ismini fısıldayın. Yeni ay Diana’ya aittir (De-ah-nah) dolunay Jana’nın dır (Jah-nah) yeni ay-dolunay arası Umbrea’nındır. Kadehin altına dokuz adet beyaz denizkabuğu yerleştirin (hilal şekline ve sivri yerleri yukarı bakacak şekilde) eğer büyünüzü bir şey elde etmek için yapıyorsanız kabukları sağdan sola doğru, hayatınızdan bir şeyi çıkarmak istiyor iseniz ise soldan sağa doğru dizin.

Her kabuğu yerleştirdikten sonra büyünüzün amacına uygun Tanrııça ismini mantra gibi tekrarlayın bir süre. Yeni başlangıçlarla ilgili konular Diana’da, güç, enerji ve etki konuları Jana’da, ölüm vs. gibi konuların etkileri de Umbrea’da dır.
Ay ile ilgili üç tütsü yakın ve üçgen şeklinde kadehin etrafına yerleştirin. (Ters üçgen dünyevi konular için, ters üçgen ise manevi ve ruhsal konular için)
Ritüel süresince, enerji altar kase içine (ya da diğer adıyla ay kadehi) birikir. (Bu ritüel çok çeşitli yollarla yapılabilir.Bu sadece bir yoldur. ) istediğiniz konu ile ilgili olarak istediğiniz enerjiyi bu şekilde yükseltebilirsiniz.

Grup ritüellerinde suyun enerjisini yükseltme çeşitli yollarla yapılır. Kovan elemanları ritüel bıçaklarını rahibeye yöneltir ya da sunağa doğru rahibenin arkasında dururlar. Kovan elemanları enerjilerinin ritüel bıçaklarından rahibenin aurasına geçtiğini imajine ederler. Rahibe ise enerjileri aldığını ve kendi ritüel bıçağına geçtiğini, oradan kadehe girdiğini imajine eder. Ya da daha basit bir yöntemle sadece ellerini kadehin üzerinde tutup enerjinin ellerinden geçtiğini imajine eder. Rahibe bunları yaparken bir yandan da niyete bağlı olan duayı tekrarlar.

Enerjiyi yükseltmenin bir başka yoluysa derin nefes alma ile gerçekleşir. Her kovan üyesi derin nefes alır ve nefes verirken enerjinin ritüel bıçaklarına geçtiğini (ya da ellerine) hayal eder. Doğu mistikleri de doğada nefes yoluyla bedene alınabilen bir eterik saf enerjiden bahsederler. Bu enerjiye batı mistisizm lugatına ''prana'' olarak geçmiştir.

Bir diğer metot ise suyu efsunlamaktır. Bu metot şöyledir. Enerjiyi önece sağ elinizde toplayın ve avucunuza geçirin. Daha sonra sağ elinizi kadehin üzerinde saat yönünde dokuz defa çevirin. Aynı şeyi sol elinizle de yapın. Bu işlem için niyetinizi net bir şekilde anlatacak bir dua yazmanız gerekir. Ezberleyebileceğiniz kadar basit ancak net olmalı. Duayı her okuduğunuzda suya hafifçe üfleyin. Unutmayın chant’ınızda (duanızda yada mantranızda adını siz koyun niyetiniz belirgin olmalı)
Size özel sihirli sözleri söyledikten sonra enerjiyi serbest bırakın. Bunun bir yolu suyu kaynatmaktır. Suyun hepsi bitene kadar kaynatın. Buhar yükselirken duanızı tekrarlayın.


Bir diğer yöntem ise suyu bir kaynağa ya da nehre dökmektir. Bunu yaparken kendi yazdığınız bir duayı okuyun.


Ay Işığını Almak(bayanlar için)

Ay ışığını toplamak isteyen bayanın bir yardımcıya ihtiyacı olacaktır. Yardımcının gümüş, yuvarlak ve parlatılmış bir disk kullanması gerekmektedir ancak bir ayna da bu işi görecektir. Enerjiyi alacak olan bayan, altar önünde diz çöker. Başı öne eğiktir. Yardımcı enerjiyi alacak olan kişinin saçlarını ortadan ayırır.
Enerji alacak bayan Tanrıça’nın tam arkasında durduğunu ve yavaş yavaş kendisinin şeklini aldığını hayal eder. Yardımcı da bu sırada gümüş diskten ya da aynadan ay ışığını enerjiyi alacak kişinin kafasının tam arkasına yansıtır. Şehir yaşantısında bu yansımayı alacak kadar ışık almak zor olabilir ancak dolunayda şansınız biraz daha fazla olacaktır. Zihne alınan ay enerjisi beden içerisinde yedi gün muhafaza edilebilir ve yukarıda bahsedilen ay büyüsünde kadehe enerji aktarımında kullanılır. Bu bir çeşit düşünce formu almış majikal bir enerjidir.

Ay Işığını Almak (erkekler için)

Ay ışığı alma ritüelinde erkeklerin bir partnere ihtiyacı yoktur ancak isterse kullanabilir. Aynı zamanda, erkeklerin ritüeli kadınların ritüelinden daha farklıdır ve tanrıçanın kendi bedenlerinin şekline girdiğini imajine etmezler. Enerjiyi alacak olan erkek ayakta ya da diz çöker pozisyonda durur ve başı hafif eğiktir. Gümüş disk ya da aynadan yansıyan ışık alnına doğru gelecek şekilde ayarlanır ve enerjiyi alan kişi kendini dolunay’ın ta kendisi olarak imajine eder.

Erkekler enerjiyi saklama konusunda bayanlar kadar iyi değildir bu yüzden en kısa zamanda kullanmalıdır.
(alıntı)

Tibet Kitabının Ölüler Hakkında ki Görüşü

Tarihten önce ve asırlar boyunca Tibet ve uzakdoğu düşünürleri tarafından hazırlanmış şahane bir eserdir. Kitap ayrıntılı bir şekilde, maddesel ölümden sonra, ruh'un geçtiği çeşitli devreleri anlatıyor... Bu anlatma ise Dr.Rimon Mod'un ölüme yaklaşanların raporunda anlattığı olaylara çok benzemektedir.

Şimdi Tibet kitabın da Ruh hakkında yazılanları şöyle bir inceleyelim:

Akıl veya ruh can çekişen kimsenin vücudundan ayrılır ve ruh bir baygınlık veya şok devresine girer. Kişi kendini bir boşlukta hisseder, şuuru ise yerinde kalır. Ayrıca rahatsız edici gürültüler duyabilir veya yıldırıma benzer sesler kulağına gelebilir.

Bazen de kasırgadan oluşan ıslık sesleri de duyabilir ve kendisini kuşatan aydınlanmamış gri bir sis tabakası içinde bulur. Daha sonra kendisini maddesel vücudunun dışında bulur.

Kendisini defnetmeğe gelen eş ,dost, ahbab ve akrabasını görür, hisseder
ve vücudunun başında ağladıklarını müşahade eder. Kendisi ise cevap vermek ister; fakat ne yazık ki kimse onu duymuyor ,o zaman kendisi şaşkına döner. Ben ölü müyüm? Diri miyim? Tam ölü olduğunu anladıktan sonra hayrete düşer... Ne yapacak? Nereye gidecek?

O zaman büyük üzüntüye bürünür. Belli bir süre içerisinde daha önce yaşadığı bölgenin etrafında dolaşır, daha sonra (RUHANİ VARLIK) onu çağırır ve çeker. O zaman karşısına gelen dağlar, duvarlar ve kayaları rahatça geçebilir. O zaman yapmak istediği herhangi bir yolculuk anında ve düşündüğü saniyede gerçekleşir. Bu durumda iken düşünceleri daha net, hisleri pek şeffaf ve kendisi bütün olarak sanki kemale ermiş bir durumda olur. O zaman ölmüş olan zatın karşısında (ve dolayısıyla yanında duran nurani varlıklar) hayatında yaptığı bütün iyi ve kötü işler ayna gibi gözükür. Burada yanlış veya hatalı değerlendirme yoktur ve böyle bir şey söz konusu değildir. Ayrıca şahıs hakkında verilen karar yalan olmaz...



(konuyu okurken oldukça ilginç geldi.. sanırım İslamiyet'de de buna benzer bir inanış var... kimden duyduğumu hatırlayamıyorum ama ölen kişi defnedildiği zaman öldüğünün farkına varırmış...)

Dilsiz Kitap (Le Mutus Liber)

Le Mutus Liber iconographique Alchimie ( resim ve sembollerle anlatım ) İkonografik Simya alanında dünyada referans olarak bilinen bu eser 15 adet resim sayfasından meydana gelir. Kitapta hiçbir yazı yoktur. Onun İçin Mutus Liber ''Dilsiz Kitap'' diye adlandırılmıştır.

Sadece 1nci ve son 15nci sayfasında bir yazılı açıklama vardır.
Yazarının Altus olduğu tahmin edilmektedir. Sulat‘nın anagramı olarak. (Anagramme : bir kelimedeki harflerle başka bir kelime üretilmesine denir.) Yazarı Jacob Sulat Marez şehrinin yöneticisi olan bu şahıs XVII asırda yaşamıştır.

Bu kitabın resimler ve hiyerografik figürlerle izah etmek istediği Maddeleri Transmutayonu ( maddelerin değişime uğrayıp bir kaçının beli formüllere göre karıştırıp üçüncü bir maddenin meydana gelmesi gerek modern kimyanın gerekse Simyanın ana prensibidir.) nun sırlarıdır. Bu Sırlar o zaman Hermetik (gizli sadece bilgelerinin ve initiyelerin bildiği felsefe) felsefe tarafından gizlenmekte ve sadece ona bağlı olanlara öğretilirdi. Bunun kurucusu Tarihte bir Mitoloji Tanrısı olan Hermes’ti ( Merkür ) ve o bu sırları biliyordu...

Bu Dilsiz Kitap her ne kadar yazı ihtiva etmiyorsa da hiyerologrif resimler ve şekillerle Hermetik felsefenin tümünü anlatmaktadır. Affedici Tanrı için kutsal olan ve üç kere daha büyük olan sadece bu ilme inanan oğullarına hitap eder. Yazarının ismide Altus‘dur.

Bu sayfadaki resmin ortasının üstünde bir idrar torbası görülmekte, bu aynı zamanda Filozofların Yumurtasını da temsil etmektedir. Bu Filozofların yumurtası bazı simyacılar tarafından Felsefe taşı diye adlandırılan (Pierrephilosophale) ve maddeleri altına çeviren Simyacıların kulandığı taştır. Bu yumurtanın içinde Tanrı Neptün (deniz Tanrısı) bir yunusun üzerinde ve kollarının altında ikiinsan figürü ile görülmekte. Başlarının üzerinde onların ''erkek'' ve ya ''dişi'' olduklarını gösteren altın ve gümüşten yıldız ve ayı andıran figürler vardır. Kitabın yazarı bu resimlerle bir kimya / simya formülü ifade etmek istemiş bilgelere. Bu iki kıymetli madeni (altın ve Gümüş’ü) felsefe taşının içine koymak lazım ve orada onların fermante olmalarını sağlamak için basit tuzdan elde edilmiş Nitrat Ruhu (çok fiks bir element olduğundan onu Neptünün üzerinde durduğu Yunusla simgelemiş)ile karıştırmış ve içine biraz da Kükürt ilave etmiş ve hepsinin altında yanan lambanın sıcaklığının ılık ve rutubetli Buharında bekleteceksiniz. Bu bekleme ile Nitrat iyice yabancı maddelerden kurtulup arınacak. Ve Onun Atmosferde Azotun içinde bulunduğu gibi yalın hale gelecek içindeki yabancı Kükürt ve Şap’tan arınıp saflaşacak.Bu şekilde altın’ın elde edilmesinin ilk adımı atılmış olacak...


Geri planda Jüpiter elinde taç taşıyan bir asa ile görülmekte. Sol da Güneş Sağda ise Ay vardır. Ortada iç içe üç çember bulunmaktadır Dış çember kendisi de üç parçaya ayrılmıştır. En geniş bölümü üç sıra yatay çizgilere bölünmüş ve her bölümü iki katı olan (2 -4 – 6) Tam tepe kısmında bir Tavus kuşu beraberinde bir Tanrıça ile görülmektedir. Alt tarafta ise bir deniz kızı vardır. Sol tarafta beyaz on kuş bunlar beyaz güvercin veya Martı da olabilir. Orta çemberde : üst kesiminde ilk bahar ile ilgili ağaç ve çiçekler var. Orta kesim sanki daha geride bulunmakta. Bu bölümün ortasında sağ ve solda ''boğa'' ve ''koç'' görülmektedir. Orta kısmın altında ise bir ''simya'‘cı çift görülmekte solda kadın elinde bir lamba ile sağda ise erkek elinde bir balık oltasıyla. Bu oltanın ucu en dış çemberdeki Deniz kızının bulunduğu kısma sallanmaktadır. En iç çember ise denizde Deniz de yol alan gemiler gözükmekte.Resmin Ön kısmında ve alt kısmında Bütün ihtişamı ile arabasında elinde üç başlı mızrağı ile ucu bir alt çemberde . Aynı resmin geri planında ise bir gemi içinde gezen Simyacı çift görülmektedir .Tavus kuşu ihtişam ve lüksü simgesidir.. Tanrı Hera ve Jupiter’in kuşlarıdır ve Güneşi simgeler.Tavus kuşunun kuyruğu gök kuşağının renklerini simgelemektedir. Bu gök kuşağı bir yarım çemberi veya yayı temsil eder ve Arcas(Jupiter ile Callistro ‘nun oğlu ismi fonetik olarak yay : arc Fransızca benzediğinden)'ın çağrımı ile onun temsil ettiği ve Annesi ile beraber meydana getirdikleri matafor sayesinde büyük ayıyı temsil etmektedirler. Bu da simyacı E.Canseliet ‘in Deux Logis alchimique kitabının l’ourse et les deux singes (ayı ve iki maymunlar) bölümdeki bir formülü tanımlamaktadır...

Bu resim Sayfası Mutus Liber kitabının en tanınmış sayfasıdır. Tekra Koç ve Boğa'yı buluyoruz. Daha önde Simyacı çift bir bezi iyice sıkıp Mayıs sabahının kırağını bir kovaya dolduruyorlar. Daha geride geceden sabah kırağı ile ıslansın diye serilmiş başka çarşaflar sıkılma sıralarını bekliyorlar.En geride sağda ve solda güneş ve ay görülüyor. Daha evvel bu işlemden bahis etmiştik. Bu simgesel alegori olarak Mayıs ayındaki kırağıdan onun tuzunu çıkarıp Cıva yapımında kullanılmasını anlatmaktadır.Cıva kimyacılarda içinde kıymetli maden bulunan madenlerden onu ayırtmaya yarayan bir ara medde olarak kullanılmaktaydı...

Bu sayfa da 4'deki operasyonun bir devamıdır. Sayfa 4'de gördük ki bu operasyonun gayesi tartarik asit (bu aynı zamanda vitriolü bir tortu yani simyacıların ve eski kimyacıların sülfatlara verdikleri bir ad) elde etmekti. Ama burada bir alegori yapılmış olabilir o zaman da gaye Evrensel Ruhu yani Güherçile veya Güherçile Tuzundan bahsedilmektedir. Operasyon neticesinde ilk ağızda bir değersiz caput Mortuum (Simyacıların analizler yaparken elde ettikleri ve değeri olmayan tortu. Latince; ölü , değersiz ürün manasında ) elde etmişlerdi bu herhalde cıva suyu şeklide bir tuzdu. Bu elde edilen ürün daha sonra Resimde de görüldüğü gibi en alta bir sıcak kum banyosuna konmuş ve burada uzun zaman bekletilerek içindeki bütün atıklardan arınıp saflaşmasını sağlamıştır.Resmi incelediğimizde laboratuar da çalışan müritler görmekteyiz. Bu çıraklar bir evvel ki resimde elde edilen mayiinin damıtılmasını sağlamaktadırlar.Bir kadın ve bir erkek onu dikkatli ateşin üzerine oturtulmuş bir kazana dökmektedirler. Daha alttaki resimde Adam bunun içine mayi halde olan bir madde ilave etmekte .öbür elinde de kapağı tutmaktadır , aynı sırada yandaki resimde ise çıplak bir adam göğsünde Ay motifi ve kucağında bir çocukla görülmekte, ve kadın mürit’in elinden bir şişe alıyor. Şişede 4 adet üçgen görülmekte. Bu içindeki karışımın kaçta kaç nisbette olduğunu göstermektedir.Bir ölçü kükürt üç ölçü cıva için bu karışımda . Bu karışımın oluşmasında Ay’ın da etkisi olduğu adamın yanında gözüken ''Arma''‘nın üzerindeki gümüş ay resmi ile anlatılmıştır. Burada ki armadaki Gümüş ay bu operasyonun civa ve Güherçileden gümüş elde edilmeğe çalışıldığını gizli olarak ifade etmektedir mürit olmayanlara karşı.