Bu Blogu Takip Et

Sayfalar

Translate

evrim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
evrim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2010 Cuma

Etimizi pişirirken insan olduk, dâhi olduk, sanatçı olduk, filozof olduk

Mutfakta biri var!

Kaşığına güvenen her hamarat ruhu okşayacak teoriye göre, etimizi pişirirken insan olduk, dâhi olduk, sanatçı olduk, filozof olduk ve hatta çifte kumrular olduk.




Evrim sürecine dair bulgular, şaşırtıcı bir yöne işaret ediyor: mutfak. Harvard Üniversitesi’nde biyolojik antropoloji alanında çalışan Dr. Richard Wrangham ve aynı görüşü paylaşan birçok biliminsanı, yemek pişirme kültürünün gelişmesiyle insan zekâsında büyük bir sıçrama olduğunu savunuyor. Kaşığına güvenen her hamarat ruhu okşayacak bu teoriye göre, etimizi pişirirken insan olduk, dâhi olduk, sanatçı olduk, filozof olduk ve hatta çifte kumrular olduk.

Modern insan beyni, diğer primatlarla Karşılaştırıldığında oldukça farklı. Algı ve bilinç bir yana, insanlarda beyin kütlesinin vücut ağırlığına oranı, şempanze, goril ve diğer maymun türlerine kıyasla çok yüksek. Diğer memeli türleri, günlük enerjilerinin yüzde 3’ünü beyin fonksiyonlarına ayırırken, bu oran maymun türlerinde yüzde 8-10 ve insanlarda yüzde 25!
Evet, metabolik enerji bütçemizin dörtte birini beynimize ayırıyoruz. Bu şaşırtıcı değil, çünkü her 1 gram beyin dokusunda, her 1 gram kas dokusundan bile tam 16 kat fazla enerji yakıyoruz. Kısacası, beyin çok pahalı bir organ! Bizi insan yapan her şey-alet kullanabilmemiz, problem çözme yeteneğimiz, hatta sosyal iliskilerimiz-beyin tarafından yönetiliyor.


Yaklaşık 2 milyon yıl önce, Afrika’nın savanlarında avlanan ilk insanlar, arkeolojik bulgulardan anlaşıldığı üzere ne büyük bir beyne, ne de soyut düşünce yeteneğine sahiplerdi. Daha sonra, iki büyük sıçrama oldu. Birincisi, yaklaşık 1,5 milyon yıl önce, beyin kütlesinin iki kata yakın artması.Bilim dünyası, bu ilk sıçramanın insanların et yemeye başlaması ve besin kalitesinin artışı nedeniyle olduğu konusunda hemfikir. Büyüyen beynimize rağmen, yüz binlerce yıl aynı taş aletleri yapmaya devam ettik. İşte bu yüzden, arkeolojik olarak sıkıcı geçen 1 milyon yıldan sonra, yani günümüzden 400.000 – 200.000 yıl önce, insan beyni evriminin ikinci büyük sıçraması gerçekleşti. Bu, beynimizin ağırlığından ziyade, işlem gücünde bir artıştı; daha çok beyin kıvrımı, daha çok soyut düşünce, daha derin bir algı, sosyal bağların kuvvetlenmesi, yeni alet tasarımları ve bu yıllara ait kazılarda bulunan boncuklar, iğneler ve sanatın doğuşu… Aynı kazılarda bulunan ocak kalıntıları tesadüf değil. Bugün çoğu biliminsanı, beyin evrimindeki ikinci büyük sıçrayışı, yemek pişirme kültürünün günlük diyetimize getirdiği kaliteye bağlıyor.

YÜKSEK ATEŞTE 400 BİN YIL
İlk ocak kalıntıları, elimizdeki ilk modern insan fosilinden 400.000 yıl öncesine dayanıyor. İlkel ‘ocak’lar, etrafı taşlarla örülü ve ortasında ateş yakılan çukurlardan ibaret. Yerleşik mutfaklar ortaya çıkmadan, yani ilk insanlar daha gezgin bir hayat tarzına sahipken de, yemeklerini pişirdikleri düşünülüyor. Sözünü ettiğimiz ‘mangalcı’ yaşam tarzı, arkasında arkeolojik izler bırakmayacağı için, ancak diş ve çene yapısında meydana gelen anatomik değişikliklerden okunabiliyor. Evrim uzun bir süreç; insanlığın geçirdiği değişim, çarpıcı olduğu kadar ağır ve kademeli de...
İlk insanların yemeklerini pişirmeye başlaması, günlük diyetlerinde iki temel değişime neden oldu. Birincisi, yediklerinden aldıkları enerji ve besini çok daha etkili kullanabilmeleri. Daha önce sindirilemeyen kompleks karbonhidratlarda, liflerde ve yumru köklerde açığa çıkmayan enerji ve besin, insan metabolizması tarafından kullanılabilir hale geldi. İkincisi, bu yeni sindirim açılımıyla yiyecek yelpazesinin genişlemesi, daha fazla çeşit bitki ve hayvanın enerji kaynağı olarak kullanılabilmesi. Bir canlının hayatta kalması için ekosistemindeki en önemli unsur olan yemek, pişirme işlemiyle insanlığın kontrolüne geçti.
Kısacası doğada erişebildiğimiz kalori ve besin miktarı arttığı gibi, sindirim de ağızda değil ateşin üzerinde başlar oldu. Bu, diğer primatların aksine daha ufak bir sindirim sistemi ve daha büyük bir beyni taşıyabilecek bir metabolizma anlamına da geliyordu. Bugün bir şempanzenin,
metabolizmasının yüzde 25’ini beyin fonksiyonlarına ayırması imkânsızdır. Fakat insan, etkili enerji alımı ve sindirimden sağladığı enerji tasarrufu sayesinde, bunu yapabilecek şekilde evrilmiştir. 2005’te Alman biliminsanları tarafından yapılan Giessen çiğ yemek deneyinde, yiyeceklerini pişirmeden beslenen 500 denek uzun süre izlendi. Araştırmanın sonunda, sadece çiğ bir diyetle beslenen insanların sağlıklı bir yaşam tarzı sürdüremediği görüldü. Kadın deneklerin yüzde 50’si, kısa süreliğine doğurganlık problemleri yaşadılar.
ATEŞ BACAYI SARIYOR
Günümüzde, pişen yemek her zaman sosyalleştirir. Mangalcılar bir yandan et çevirir, bir yandan laflar. Komşuda pişer, bize de düşer. En önemlisi, erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer. Bu sosyal kodların, aslında çok eskilere, evrim tarihimizin tozlu sayfalarına dayandığını söylemek çok da yanlış olmaz. İnsanlar yemeklerini pişirmeye başladıklarında, çok önemli sosyal değişimler yaşadıkları düşünülüyor.
Artık, yolda bulduğunu yiyen, avının etrafına üşüşerek bir anda yiyip bitiren bir gruptan değil, yemeğini belirli bir toplama noktasında biriktirip, pişmesini bekleyen insanlardan bahsediyoruz. Bu bekleme, 20 dakika da olabilir, 2 saat de, yarım gün de… Bu, insan davranışı ve hayat tarzı açısından kritik bir değişim. Artık yemek, çalınmaya müsait, fırsatçıların akınına uğrayabilecek, sadece diğer insanlardan değil, hayvanlardan da korunması gereken bir hazine. İnsanların, hem dostlarıyla hem de düşmanlarıyla daha karmaşık, daha sadık, daha kurnaz ve daha derin bağlar kurmaları gerekiyor.
Sosyal zekâ işte burada devreye giriyor. Yakın geçmişe ait arkeolojik bulgular, çoğu medeniyette ve avcıtoplayıcı insan gruplarında kadının yemeği pişiren taraf olduğunu gösteriyor. Daha uzak geçmişimize, yani ateşin insan kontrolüne geçtiği ilk yıllara bakarsak, bu tarihlerde erkeklerin boyut olarak kadınlardan yaklaşık iki kat daha iri olduğunu ve sosyal rol dağılımının bu şekilde açıklanabileceğini görüyoruz. Yemeğinizi topladığınız noktada, o yemeği pişirecek birini bırakıyor ve tekrar ava çıkıyorsanız, aynı zamanda arkanızda bıraktığınız ‘eşinizi’, etraftaki yağmacılardan korumak ve hem kendinizi hem eşinizi hem de yemeğinizi koruma altına almak zorundasınız. Dr. Richard Wrangham bu durumu şöyle açıklıyor:
“Hem erkekler hem kadınlar, artık koruma ve beslenmeye dayalı kalıcı bağlar geliştirmek zorundaydılar, çünkü hayatta kalmanın en etkili yolu buydu. Beslenme evriminin göz ardı edilemeyecek derecede önemli bir soru ve kadın-erkek arasındaki kalıcı bağların da kaynağı olduğuna inanıyoruz.”
ATEŞ SENİ ÇAĞIRIYOR
Daha büyük ve daha aktif bir beynin evrilmesine imkân sağlaması, sosyal ilişkileri derinleştirmesi, hayatımıza kattığı entrika, sadakat ve aşk… Hepsinin kaynağının ateş olabileceğini düşünmek gerçekten ilginç. Prometheus’un insanlığa hediyesinin evrim eksenimizde yarattığı etki tartışılmaz derecede büyük. Elbette insan zekâsının sadece pişen yemekle geliştiğini söylemek doğru olmaz, ama enerji bütçemizde yarattığı değişiklik ve beraberinde getirdiği sosyal bağlar zinciriyle, zekâ evrimimize katkıda bulunan en önemli faktörlerden biri, yemek pişirme kültürümüz.
Kaynaklar
Leonard ve ark., “Effects of Brain Evolution on Human Nutrition and Metabolism”, Annu. Rev. Nutr. 2007. 27:311–27.
Carmody ve ark., “Energetic Significance of Cooking”, Journal of Human Evolution 57 (2009) 379–391.
R. Wrangham, Catching Fire: How Cooking Made Us Human. Basic Books, New York 2009.

9 Kasım 2010 Salı

Fosil Kaydının Cevherleri - Sudan karaya

FOSİL KAYDININ CEVHERLERİ
2. Sudan karaya

En bilinen hayvanlar tetrapodlardır - yani karada yaşayan dört ayaklı omurgalılar. Bu gruba insanlar, hemen hemen evcil hayvanların tümü, ve yabanıl hayvanların çoğu: memeliler, kuşlar, yüzergezerler (ing. "amphibians"), ve sürüngenler dahildir.
Oysa ki omurgalıların büyük çoğunluğu tetrapod değil balıktır. Aslında tüm tetrapod türlerinin toplamından çok daha fazla sayıda balık türü vardır. Hatta evrimsel olarak tetrapodlar suyun dışındaki yaşama uyum sağlamış olan balıklar ailesinin yalnızca bir dalı olarak düşünülür.

Sudan karaya olan ilk geçiş 360 milyon yıl önce gerçekleşti. Bu yaşam tarihinde yapılmış olan benzer geçişlerin en zorlularından biriydi. Yüzgeçler nasıl bacaklara dönüştüler? Ve geçiş türleri kuru ortamdan yer çekiminin ezici baskısına değin, kara yaşamının çetin koşullarına nasıl ayak uydurdular?



Önceleri ilk kara sakinlerinin karaya oturmuş ve giderek kıyıda daha fazla zaman geçirmek üzere evrilmiş, suya yalnızca üremek üzere dönen balıklar olduğu düşünülüyordu. Son 20 yılda paleontologlar bu fikri ters yüz eden fosiller buldular. Grönland'de Acanthostega gibi en eski tetrapodlar, aşağı yukarı 365 milyon yıl önce tamamen gelişmiş parmakları olan bacaklara sahiptiler, ancak havayla karşılaşmış olsa kuruyacak olan dahili yüzgeçlerini korumuşlardı. Bu balıkların karaya çıkmadan çok daha önce bacakları evrilmişti. En eski tetrapodlar evrimlerinin çoğunu daha elverişli olan su ortamında geçirdiler. Karaya çıkma en son aşama olsa gerekti.



Araştırmacılar önceleri tetrapodların atasının elpistostejitler (ing. elpistostegids) olduğunu düşündüler. Bu yaratıklar timsah ya da dev semender gibi görünen ya da davranan devasa ve yırtıcı olan sığ su balıklarıydı. Yuzgeçleri hariç pek çok açıdan tetrapodlara benziyorlardı. Son zamanlara kadar elpistostejitler hakkında bilinenler kötü korunmuş küçük fosil parçacıklarından ibaretti, bu nedenle nasıl bir yaratık olduklarını canlandırmak çok güçtü.

Son bir kaç yıldır Kuzey Kanada'nın Nunavut bölgesinin Ellesmere adasında yapılan keşifler bütün bunları değiştirdi. 2006 yılında Edward Daeschler ve ekibi, tetrapodlara esnek boynundan bacaksı yüzgeç yapısına değin benzerlikleri olan suda yaşayan bir yırtıcı görünümünde ve Tiktaalik dıye adlandırılan bir elpistostejitin olağanüstü iyi korunmuş bir fosilini buldular.



Fosilin analizi açık bir şekilde onun bir ara form olduğunu gösterir: bir balığa göreceli olarak daha hareketli bir kafa yapısı ve boynu vardır, her ne kadar eklemli uzantıları yüzgeç gibi görünse de, tetrapodların parmaklarını andırır.

Tiktaalik'in yalnızca eklemli uzantılarına adanmış bir tez bile vardır. Aşağıdaki şekilde Tiktaalik'in eklemli uzantısı sağdan üçüncüdür, hala atası Panderichthys gibi yüzgeç tarakları olduğu görüldüğü gibi, daha küçük kemiklerin ayrıldığı sağlam kemikli bir eksene sahip olduğu da görülmektedir. Acanthostega'nın parmakları kadar belirgin olmasa da, o yönde bir değişim olduğu açıktır.



Bu eklemli uzantılar kolların ve bacakların evrimi hakkında çok şey söyler. Tiktaalik kesinlikle bir kara hayvanı değildi, ama su tabanının üstünde doğrulmasına yardım eden ve hatta bedenini kısmen suyun dışında tutmasına yarayan kaslı ve kemiksi eklemli uzantıları ile kuvvetli bir göğüs kafesine sahipti. Bu eklemli parmakların uzanma, bükülme ve yere dayandığında dışa doğru yayılma yetisi vardı. Bu basit özellik, yani parmakların yayılarak ayak/el temasının yüzey alanını arttırması bugün ellerimizde sahip olduğumuz esnekliğin habercisi olabilir.



Tiktaalik'in keşfi ve oldukça detaylı analizi tetrapodların evrilmesinden önceki aşamayı göstermekte, ve fosil kayıtlarının her zamanki gibi evrimsel düşünceyle uyum gösteren ne denli sürprizlere gebe olduğunu ortaya koymaktadır.

Referanslar
Daeschler, E. B., Shubin, N. H. & Jenkins, F A. Nature 440, 757–763 (2006).
Shubin, N. H., Daeschler, E. B., & Jenkins, F A. Nature 440, 764–771 (2006).

Ek kaynaklar
Ahlberg, P. E. & Clack, J. A. Nature 440, 747–749 (2006).
Clack, J. Gaining Ground (Indiana Univ. Press, 2002)
Shubin, N. Your Inner Fish (Allen Lane, 2008)
Gee, H. Deep Time (Fourth Estate, 2000)
Tiktaalik anasayfa: http://tiktaalik.uchicago.edu
Pharyngula: Tiktaalik makes another gap


Yazarların web siteleri
Edward Daeschler: http://www.ansp.org/research/biodiv/...aleo/staff.php
Neil Shubin: OBA / Faculty / Neil Shubin

Mutasyon ( Değişim ) Nedir

Mutasyon, canlının genetik yapılarında meydana gelen değişmelerdir. Bireyin kalıtsal özelliklerinin ortaya çıkmasının sağlayan genetik şifre herhangi bir nedenden dolayı (X ışını, radyasyon, ultraviyole, bazı ilaç ve kimyasal maddeler, ani sıcaklık değişimleri ) bozulabilir. Bu durumda DNA’nın sentezlediği protein veya enzim bozulur. Böylece canlının, proteinden dolayı yapısı, enzimlerinden dolayı metabolizması değişebilir.
Mutasyonlar spontan ya da uyarılmış olarak oluşabilir. Spontan mutasyonlar genellikle doğada kendiliğinden oluşan mutasyonlar olup bir bazın yer değiştirmesi şeklindedirler. Uyarılmış mutasyonlarda ise bir X ışını gibi yapay bir faktör bulunur.

Bununla birlikte mutasyonun en önemli sonuçlarından biri, bir sonraki kuşağa farklı genetik özellikler aktarılmasına neden olmasıdır. Bu ise farklı fiziksel özelliklere sahip bireylerin üremesidir.


Çekinik olan mutasyonlar ileriki döllerde ortaya çıkabilir. Dominant olanları fenotip yapıda hemen ortaya çıkabilir.

Mutasyonun diğer bir sonucu da hücre bölünmesindeki kontrol mekanizmasını ortadan kaldırabilmesidir. Bunun bilinen en tehlikeli sonucu ise hücrenin kontrolsüz bölünmesi yani kanserdir.


Mutasyon(Değişim)

Yeni döllere aktarılacak kalıtsal bilgide,genellikle fiziksel ya da kimyasal dış etkenlerin uyarısıyla,bazen de kendiliğinden ortaya çıkan değişiklik. Mutasyon,hücredeki kalıtsal bilgiyi taşıyan,çift nükleotid zincirinden oluşan,DNA(deoksiribo nükleik asit) molekülündeki GEN adı verilen ve belirli bir özelliği kodlayan bölümündeki değişiklikten kaynaklanır.Mutasyonlar, bir DNA zincirindeki bazın(A,T,G,C) başka bir bazla yer değiştirmesi sonucunda ortaya çıkabileceği gibi,zincire bir ya da daha çok bazın eklenmesi veya zincirdeki bazların eksilmesi sonucunda da ortaya çıkabilir.

DNA zincirindeki tek bir baz çiftinin(A-T veya G-C) değişmesiyle oluşan mutasyonlara nokta mutasyonu(nokta değşinimi) denir.Bu tür mutasyonlar: Karşılıklı olan bir pürin-pirimidin(örn. A-T) çiftiyle başka bir pürin-pirimidin(örn. G-C) çiftinin yer değiştirmesiyle oluşabileceği gibi, bir pirimidin-pürin (örn. C-G) ile bir pürin-pirimidin (örn. G-C) bazının çaprazlama olarak yer değiştirmesiyle de oluşabilir.Bu tür mutasyonlar kendiliğinden oluşabileceği gibi, bazı bazların benzerleriyle yer değiştirmesiyle de ortaya çıkabilir.

Nokta mutasyonları genellikle tek bir kodonu etkilediğinden çok büyük değişimlere yol açmaz. Örneğin: Mutasyona uğramış kodon aynı aminoasidi kodlamaya devam eder ya da proteinin işlevini değiştirmeyen başka bir aminoasit kodlanabilir. Ama bazı durumlarda, DNA molekülündeki tek bir nükleotidin değişmesi bile çok önemli sonuçlar doğurabilir. Örnek olarak orak hücreli kansızlık verilebilir. Bu hastalık kalıtsaldır. Eğer bu hastalık böyle bir nokta mutasyonu nedeniyle meydana geliyorsa ve eğer çocuk mutasyona uğramış geni iki ebeveyninden de alıyorsa bunun sonuçları kötü olabilir.

Bir aminoasidi kodlayan bir kodonu hiçbir a.a’yı kodlamayan bir kodona, örneğin bir sonlama kodonuna (stop kodonu) dönüştüren mutasyonlara “Anlamsız Mutasyon” denir. Bu tür mutasyonlar, protein sentezinin normalden önce sonlanmasına, dolayısıyla genin biyolojik işlevini görememesine yol açar. Bir a.a.’yı kodlayan kodonun, başka bir a.a.’yı kodlayan kodona dönüşmesine ise “Yanlış Anlamlı Mutasyon” denir.

Eksilme ya da eklenme mutasyonları, nokta mutasyonlarından çok daha önemli değişikliklerin sorumlusudur. DNA zincirinde bir ya da birden fazla bazın eksilmesi ya da eklenmesi, genellikle eklenme ya da eksilmenin olduğu noktadan başlayarak kod okuma çerçevesinin kaymasına yol açar. Bu yüzden gen yapısında önemli değişiklikler meydana getirir. Örneğin: TAG GGC ATA ACG ATT dizisinde, ilk kodonda oluşan bir mutasyonla bir A bazının eklendiği varsayılırsa, bu yeni dizi TAA GGG CAT AAC GAT T şeklinde okunmaya başlanacak ve bu farklı dizi, okuma çerçevesindeki kayma nedeniyle bambaşka bir aminoasidi kodlayacaktır.Birden fazla kodonda ortaya çıkan bu tür değişikliklerin daha önemli ve ciddi sonuçlar doğurması doğaldır. Mutasyona uğramış DNA dizileri de tıpkı normal DNA dizileri gibi eşlenir,çoğalır ve dölden döle normal diziler gibi aktarılır. Mutasyon geçirmiş kalıtsal bilgi ancak yeni bir mutasyonla eski durumuna dönebilir. Geri dönüşlü mutasyon denen ikinci mutasyon özgün genin yapısını onarır ve yeniden normal işlevini kazandırabilir; bazen de, ilk mutasyonun oluştuğu bölgeden başka bir bölgede ortaya çıkan baskılayıcı mutasyon denen ikinci bir mutasyonun ilk mutasyonun etkisini tamamen ya da bir ölçüde yok edebilir. Eşeyli olarak üreyen insanda ve diğer tüm üstün yapılı canlılarda mutasyonlar, oluştukları hücreleri cinsinden iki grupta incelenebilir. Eşey hücrelerinde oluşan mutasyonlara “Tohumsal Mutasyon”, bunların dışındaki tüm diğer hücrelerdeki mutasyonlara ise “Somatik Mutasyon” denir.

Somatik mutasyonların en çarpıcı örneği mavi gözlü insanlarda gözlenebilir. Mavi göz, bir pigmentin eksikliğinden ileri gelen çekinik(resesif) bir karakterdir. Ortaya çıkabilmesi için hem anneden hem de babadan çekinik karakter genini(b) alması gerekir. Baskın karakter geninden(B) bir tane bile alan insanlar kahverengi gözlü (Bb) olurlar. Bazen ender olarak, mavi gözlü insanların -genelde bir- gözünde kahverengi bir bölge görülür. Bu özellik büyük olasılıkla, göz hücrelerinde oluşan ve b genini B’ye değiştiren bir somatik mutasyonla oluşur. Ancak bu tür mutasyonlar eşey hücrelerini etkilemediğinden kuşaklara aktarılamaz. Ama mavi gözlü iki insanın kahverengi gözlü çocuklarının olması ancak eşey hücrelerindeki bir mutasyon sonucunda ortaya çıkar. Özellikle tohumsal mutasyonlar, kalıtımın incelenmesinde ve insan evriminin gelecekteki yönünü belirleyen ipuçları olarak da incelenmeye değer olgulardır.

Yeni oluşan mutasyonların çoğu doğal dengeyi bozduğu için zararlı,hatta kalıtsal hastalıkların birçoğunda olduğu gibi ölümcüldür. Bu zararlı genlerin toplumda yayılmasını önleyebilmek, ancak mutasyona uğramış kalıtsal bilgiyi taşıyan canlının üreme yeteneğinin azalmasına ya da yok olmasına bağlıdır.

Mutasyonun gözlenebilen bir etki olmadan ortaya çıkması çok az gözlenen bir olgudur. Daha çok çevreden gelen kimyasal ya da fiziksel etkiler nedeniyle olur. Bir dış etkinin mutasyona yol açabilmesi (mutajen olması) için hücre içine girip etkinliğini gösterebilmesi gerekir. Örneğin Güneş’in morötesi ışınları, girim gücü düşük olduğu için yalnızca deri hücrelerinde somatik mutasyona yol açabilirken, girim gücü yüksek olan X ışınları ya da atom bombası ışımaları tohumsal mutasyona yol açabilen çok güçlü etkenlerdir. Bu tür mutasyonların bir çok örneği yakın zamanda Çernobil patlaması sonucunda çevredeki bir çok canlı türünde gözlenmiştir. Günümüzde bile bu patlama sonrası etrafa saçılan radyoaktif maddelerin neden olduğu somatik mutasyonların görünür sonuçları vardır. Halen Rusya ve Karadeniz Bölgesi’ndeki kanser oranları çok yüksektir.

Evrim fobisi

''Çalınan bir yüzüğün senin cebinden çıkması bu yüzüğün senin tarafından çalınmış olduğunu kanıtlar mı?"



Bir gün hakimlik görevinde bulunan bir arkadaşım, "Çalınan bir yüzüğün senin cebinden çıkması bu yüzüğün senin tarafından çalınmış olduğunu kanıtlar mı?" diye sordu. Elbette yüzüğü cebime bir başkası koymuş olabilirdi. "Peki yüzüğü bir başkası neden özellikle senin cebine koysun?" dediğinde ise "Belki benim hırsız olmam bir başkasını memnun edebilir" dedim. "Neden senin hırsızlığın bir başkasını memnun etsin ki?" şeklinde bir soru daha sordu. Elbette bunun çok çeşitli nedenleri olabilirdi. Aklıma ilk gelen nedenleri sıraladım. Gördük ki sağlam bir kanıt olmadığında benim hırsız olmam hukuken olanaksızdı. Ben hırsız bile olsam bu gerçek ispatlanamadığı sürece masumdum.


Biyoloji bilimini öğrenebilmek ve uygulayabilmek için evrim teorisi bilmek zorundasınız. Bunda kuşku gerektirecek hiçbir yön yok. Bu yüzüğün varlığı kadar gerçektir. Yüzük kimin cebinde olursa olsun vardır. Bu varlık mantıklı kimseler tarafından inkar edilemez. Evrim Teorisisinin belirlediği canlıların sınıflandırılması (sistematik) günümüz biyoloji biliminin en temel verisidir. Bu veri olmadan canlılar, kaba bir tabirle basitten gelişmişe sıralanamayacak ve en baştan biyoloji yöntem olarak öğretilemeyecektir. Sanırım buna itiraz etmek sadece evrim teorisine fobik bir yaklaşımdan öteye geçemez.

Ancak ortada yüzüğün çalınmış olduğu sorunu var. Böyle bir sorun elbette bize yüzük gerçekten çalındı mı yoksa yüzüğe çalınmış süsü mü verildi şeklinde bir ikincil şüphe verecektir. Amaç yüzüğü çalmak mı yoksa yüzük kullanılarak birini hırsız ilan edip onun itibarına leke sürmek mi? İşte bizim ülkemizde evrim teorisi konusunda buna benzer şekilde oluşmuş bir ikincil sorun var: Evrim teorisi bir din midir? Faşist/Komünist bir refleks midir? Evrim düşüncesi karanlık bir düşünce midir ve bu düşünceye saplanıldığı zaman toplumsal ve dini yönlerimizden doğan pozitif değerler yok mu olur? Yani evrim canlıların oluşumuyla ilgili bir teori süsü verilmiş dinsizleştirme kuramı ya da projesi midir?

Bu teoriyi bir tehlike olarak görüyor ve korkuyoruz, tabiri caizse bu korku çerçevesi bizleri korkulan şeye saldır şeklinde güdülüyor. Anlamadan dinlemeden saldırmaya başlıyoruz. Yani elimizde mantık sınırları içinde evrimin olmadığına dair sağlam tek bir kanıt yok ama bizler gene de evrim teorisi konusunda korkular içindeyiz. Yılan ölünce zehri de ölür zihniyetiyle bilimsel bir konuyu dalga konusuymuş gibi maymundan mı geldik basitliğinde tartışıp öldürmeye çabalıyoruz. İlkokuldan başlayarak bu teoriyi küçümsüyor ve önyargı oluşturuyoruz. Bu önyargı biyoloji bölümünde okuyan gençlerin büyük bir bölümünde dahi var. Şöyle ki evrim dersinden okulu uzatan bir biyolog adayı, arkadaşlarına, “ulan adam maymundan geldiğini sanıyor, aklı bu kadar işte bana da Cuma Namazına gittiğim için takmıştı zaten. Şimdi memnun olmuştur” diyebiliyor. Sanırım bu sosyolojik bir hadise. Dine inanmayan birisinin dine inanlara antipatisi olduğunu savlayan (genellemeci) hastalıklı bir düşünce var. Evrim konusu da bu paralelde bilimsel bir olgudan çok dini bir olgu gibi algılanmakta ve kutuplaşmalar doğurmaktadır. Yani yüzüğü beni sevmeyen birisinin benim cebime koymuş olabileceği, beni hırsız diye damgalayarak itibarıma leke sürmeyi planladığı paranoyası gibi ihtimalen çok uzak değil ama alternatifsiz de olamayan genellemeci bir görüşe koşulsuz inanmak kadar tehlikeli bir durum ortaya çıkmakta bu durumda. Tehlikeli çünkü eğer siz bir şeye kesin inanmışsanız ve inandığınız gerçek değilse siz gerçeğe asla ulaşamazsınız.

Oysa evrim teorisi dinamik bir hadise. İnançlardan farklı bir altyapıya sahip. Bu altyapı deneysellik. Bu altyapı biraz da teknolojiye bağlı olması. Bilimsel araçlar teknoloji ilerledikçe ilerliyor ve bizlere canlılar ve canlılık hakkında daha fazla bilgi sağlıyor. Bilim insanları gerçek peşindeler. Takım tutar gibi bir anlayışı tutamazlar. Sizin takıma ne geçirdik gibi basit bir tavırları olamaz. Ama üzgünüm ki günümüzde evrim teorisi söz konusu olunca sadece iki tarafın laf yarıştırmasına şahit oluyoruz. Bilmem belki de buna felsefe diyorlar.

Evrim Teorisi (=Kuramı)

Tür Kavramı

Günümüzdeki canlılar, vücut yapıları bakımından basamaklı bir benzerlik gösterir. Buna göre belli bir sisteme sokulurlar. Sistemin temel birimi TÜR 'dür. Birçok önemli özelliği bakımından birbirine benzeyen ve verimli döller üretebilen tüm canlıları TÜR KAVRAMI altında toplayabiliriz- Bir türün belli bir bölgede yaşayan ve birbiri ile döllenebilen bireyleri, o türün POPULASYON'unu oluşturur. Bu nedenle türü, bireylerinin birbirini kendi aralarında dölleyebildiği ve döllenme bariyer (engel)leri ile diğer populasyonlardan ayrılan bir populasyonun tamamı diye açıklayabiliriz.

Evrim Faktörleri (=Etmenleri)

Bir populasyonu oluşturan bireylerin tüm genlerine onun GEN HAVUZU denir. Bu, HARDY-WEINBERG'in kalıtımın sabitliği kuramına göre aşağıdaki koşullarda değişmez:
a) Mutasyonlar görülmemelidir.
b) Bütün genotipler söz konusu çevre için aynı oranda uygundur. Bu nedenle belli genotiplerin seleksiyonu olmaz.
c) Herhangi bir çiftin çiftleşme olasılığı aynı büyüklüktedir (Belli çiftlerin avantajı veya tercihi söz konusu değildir). (evrim teorisi belgeseli)
d) Populasyon çok büyük olduğu için ayrı ayrı bireylerin rastlantılı ölümü veya onların iç ve dış göçle populasyona katılma veya ayrılmasının önemi yoktur.
HARDY-WEINBERG kuramının yukarıda açıklanan koşullarından olan her sapma, gen havuzunun değişmesine ve böylece küçük bir evrim adımına yol açar. Evrim aşağıdaki etmenlerle oluşur.
a) Mutasyon: Mutasyon yeni genler ve böylece yeni özellikler doğurur.
b) Seleksiyon: Seleksiyonla, avantajlı fenotipler seçilir.
c) Genetik Sürüklenme: Rastlantı etkileri özellikle küçük populasyonlarda kendini gösterir.
Mutasyon ve seleksiyonun etki yapabilmesi için aşağıdaki özellikler büyük önem taşır:
a) Rekombinasyon:
Gen havuzundaki genlerin rekombinasyonu, eşeysel üreme nedeniyle daima yeni gen kombinasyonlarına yol açar. Yani genotipler ve böylece diğer fenotipler oluşur.
b) Seperasyon:
Gen havuzunun kısmi populasyonlarının izolasyonla ayrılması ile meydana gelir. Evrim olayı ile belli genlerin sayısı artar ve diğer bir kısmı ise yok olur. (evrim teorisi pdf)

Evrimin Temeli Olarak Mutasyonlar

Eşeysel üreme, yeni gen kombinasyonlarına yol açar. Bireylerdeki gen bileşiminin değişkenliğine GENETİK DEĞİŞKENLİK denir. Genlerin mutasyonuyla yeni alellerin ortaya çıkışı bunu artırır. DNA replikasyonunda ortalama hata oranı 1-109 replike nukleotid kadardır. Yani hata DNA'nın her bölümünde olur. Böylece her gen ve generasyon da yaklaşık 1:10 000 -1:1 000 000
(çok hücrelilerde)'a kadar değişen mutasyon yüzdesi elde edilir. En sık olan oran da 1: 100 000'dir. 100 000 geni olan bir türde oluşan her eşey hücresinde ortalama bir mutasyon izlenir. Mutasyonlar çok sıktır, fakat fenotipe etkisi yoktur. Büyük sayıda döl üretici mutasyonlar da her zaman görülebilir. Bu bireyler daha fazla sayıda gen meydana getirir.

13 Ağustos 2010 Cuma

Cinsel ilişkiye gerçekten gerek var mı? - Yaşam Oyunu - Ezber Bozan Sıradışı Hareketler

Cinsel ilişkiye gerçekten gerek var mı? - Yaşam Oyunu - Ezber Bozan Sıradışı Hareketler: "Cinsel ilişkiye gerçekten gerek var mı?

Yaklaşık iki milyar yıl önce tek hücreli bir organizma çifti, korkunç bir yanlış yaptı ve sevişti. Bugün hâlâ bunun sonuçlarını yaşıyoruz.
Cinsel birleşme yoluyla üreme gezegenimiz üzerindeki canlı türlerinin büyük bir çoğunluğu tarafından yeğlenen bir üreme yöntemi olmakla birlikte, evrimsel açıdan birçok eksikleri de var. Uygun bir eşin bulunması ve onun elde edilmeye çalışılması öylesine yoğun bir çabayı ve zamanı gerektiriyor ki, bu zamanın doğrudan yavruya harcanması çok daha yararlı olur. Üstelik, cinsel ilişki, canlı türlerinin Darwinci bir sağlıklı bedene ulaşmaları açısından da en iyi yöntem değil. Her bireyin evrimsel hedefi bir sonraki kuşağa olabildiğince çok sayıda genin aktarılması ise, bir klon oluşturmak çok daha kolay bir yöntem olabilir.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Sadece üç nesilde evrim!

Okyanusta yaşayan bir iskorpit türü, sadece 3 nesil boyunca iklim değişikliklerine uyum sağlamış.