Bu Blogu Takip Et

Sayfalar

Translate

kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Kasım 2011 Perşembe

Tehlike altındaki kültürleriyle çocuklar

 
Tehlike altındaki kültürleriyle çocuklar
Ev ödevleriyle gelenekleri arasında sıkışan dünya çocukları günümüzde özgün kültürlerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya.

PAPUA YENİ GİNE
OKYANUSYA
Papua Yeni Gineli bu küçük kız, tepeli devekuşunun uzun, siyah tüylerinden yapılma geleneksel şapkasını takmış, dans etmeye hazır. Bu kuş Papua Yeni Gine’deki Simbu kabilesi için zenginliği temsil ediyor.

22 Mart 2011 Salı

Tütsü Kültürü - Tütsünün Kültür Tarihi

Güzel bir koku duymak herkesi memnun eder, temizliğin en önemli unsurlarından biri de güzel kokmaktır. Güzel kokan bir eve her zaman gitmek istersiniz, güzel kokan insanların yanında bulunmak hoşunuza gider. Tütsüyü evimizde güzel bir hava yaratmak ve sigara kokusu gibi kokuları örtmek için kullanıyoruz. Çoğumuzun uzak doğudan geldiğini düşündüğümüz bu güzel kokulu çubukların tarihi aslında çok eskilere uzanıyor ve neredeyse tüm kültürlerin tarihlerinde mevcut. Yani insanlığın başlangıcı, güzel koku peşine düşme serüveninin de başlangıcı sayılabilir *.Hatta İncil ve Gılgamış Destanı’nda bile tütsünün adı geçiyor. Arabistan’dan Mısır’a gelen esanslarla ilk tütsülerin Mısırlılar tarafından yapılmış olabileceği tahmin ediliyor. Firavunlar da dini törenlerinde güzel bir koku yaymak için olduğu kadar kötü ruhları uzaklaştırmak için tütsüleri kullanıyorlardı. Ayrıca tedavi amaçlı da kullanıldığı biliniyor.
Babilliler ve İsrailliler de M.Ö. 5. Yüzyılda tütsüyü kötü ruhları uzaklaştırmak amacıyla kullanıyorlardı. Buradan Yunanistan, Roma ve Hindistan’a yayılan tütsü hala Hindular ve Budistler tarafından dini törenlerde ve festivallerde kullanılmaya devam ediyor*.
Japonların da Koh-Do dediği ve ruhani aydınlanmada büyük bir yer ayırdıkları tütsü, ABD’de ve tüm dünyada tanınmaya başlandıktan sonra bir popüler kültür öğesi haline geldi. İnsanlar tütsünün yaydığı rahatlatıcı koku dışında ruha da hitap ettiğini, huzur duygusu uyandırdığını düşünüyorlar. Bu yönden tütsü ilk kullanıldığı zamanlardaki ruhani özelliğini koruyor. Bir yandan da modern hayatın bir parçası olmuş durumda, yani artık ritüellerde değil de, işyerlerinde, evlerde, misafir ağırlarken vb. amaçlarla kullanılıyor. Hatta hiç yakmayıp evinin muhtelif yerlerine yerleştirenler de var. En popüler-beğenilen tütsü türleri (yani şu an ilk aklıma gelenler) sandal ağacı, hinditan cevizi, vanilya, paçuli, amber, yasemin, lavanta ve yılang yılang. Hepsinin kendine ait bir anlamı olduğuna inanılıyor*.



Kimisi tütsüleri çok seviyor, kimi de hiç haz etmiyor. Eski dinlerde tütsülerin kötü ruhlarına kovduğunda inanılırken, günümüzde tütsü yakmanın eve cin getireceğine inananlar da mevcut. Tabii ki çoğu konuda olduğu gibi bir şeyin nasıl olduğuna inanırsanız o, inandığınız şeydir. İsterseniz sıradan bir çubuk, güzel bir koku, isterseniz bir meditasyon aracı, şans getiren, şeytan kovucu, ya da tam tersi bir şeytanlık aracı.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Tütsü Kültürü - Tütsünün Kültür Tarihi

Güzel bir koku duymak herkesi memnun eder, temizliğin en önemli unsurlarından biri de güzel kokmaktır. Güzel kokan bir eve her zaman gitmek istersiniz, güzel kokan insanların yanında bulunmak hoşunuza gider. Tütsüyü evimizde güzel bir hava yaratmak ve sigara kokusu gibi kokuları örtmek için kullanıyoruz. Çoğumuzun uzak doğudan geldiğini düşündüğümüz bu güzel kokulu çubukların tarihi aslında çok eskilere uzanıyor ve neredeyse tüm kültürlerin tarihlerinde mevcut. Yani insanlığın başlangıcı, güzel koku peşine düşme serüveninin de başlangıcı sayılabilir *.Hatta İncil ve Gılgamış Destanı’nda bile tütsünün adı geçiyor. Arabistan’dan Mısır’a gelen esanslarla ilk tütsülerin Mısırlılar tarafından yapılmış olabileceği tahmin ediliyor. Firavunlar da dini törenlerinde güzel bir koku yaymak için olduğu kadar kötü ruhları uzaklaştırmak için tütsüleri kullanıyorlardı. Ayrıca tedavi amaçlı da kullanıldığı biliniyor.
Babilliler ve İsrailliler de M.Ö. 5. Yüzyılda tütsüyü kötü ruhları uzaklaştırmak amacıyla kullanıyorlardı. Buradan Yunanistan, Roma ve Hindistan’a yayılan tütsü hala Hindular ve Budistler tarafından dini törenlerde ve festivallerde kullanılmaya devam ediyor*.
Japonların da Koh-Do dediği ve ruhani aydınlanmada büyük bir yer ayırdıkları tütsü, ABD’de ve tüm dünyada tanınmaya başlandıktan sonra bir popüler kültür öğesi haline geldi. İnsanlar tütsünün yaydığı rahatlatıcı koku dışında ruha da hitap ettiğini, huzur duygusu uyandırdığını düşünüyorlar. Bu yönden tütsü ilk kullanıldığı zamanlardaki ruhani özelliğini koruyor. Bir yandan da modern hayatın bir parçası olmuş durumda, yani artık ritüellerde değil de, işyerlerinde, evlerde, misafir ağırlarken vb. amaçlarla kullanılıyor. Hatta hiç yakmayıp evinin muhtelif yerlerine yerleştirenler de var. En popüler-beğenilen tütsü türleri (yani şu an ilk aklıma gelenler) sandal ağacı, hinditan cevizi, vanilya, paçuli, amber, yasemin, lavanta ve yılang yılang. Hepsinin kendine ait bir anlamı olduğuna inanılıyor*.



Kimisi tütsüleri çok seviyor, kimi de hiç haz etmiyor. Eski dinlerde tütsülerin kötü ruhlarına kovduğunda inanılırken, günümüzde tütsü yakmanın eve cin getireceğine inananlar da mevcut. Tabii ki çoğu konuda olduğu gibi bir şeyin nasıl olduğuna inanırsanız o, inandığınız şeydir. İsterseniz sıradan bir çubuk, güzel bir koku, isterseniz bir meditasyon aracı, şans getiren, şeytan kovucu, ya da tam tersi bir şeytanlık aracı.

15 Nisan 2010 Perşembe

Bir tür halk kulübü: Kahvehane ( Kahvehane Kültürü )

Bir tür halk kulübü: Kahvehane







Yazı/Text: LÜTFÜ TINÇ



“Osmanlı toplumunun nabzı kahvehanelerde atardı” demek, yanlış olmaz. Buralarda sohbet mahalle dedikodusuyla sınırlı kalmaz, ‘devlet katına kadar’ yükselirdi.



Meddahlar, hikâye anlatıcılar, saz âşıkları ve şairler, kahvehanelerin vazgeçilmez çehreleri arasındaydılar. Sokağa taşan mahalle kahvelerinde nargile, sohbetin ayrılmaz bir parçasıydı.



İstanbul’da ilk kahvehaneler Kanunî döneminde, 1554 yılında açılır. Osmanlı tarihçilerine göre, “Halep’ten ‘Hakem’ namında bir herif ve Şam’dan ‘Şems’ adında bir zarif” bu işi yaparlar.

Yer, Tahtakale’dir. Zirveyi yakalamış imparatorluğun kalbi ‘Dersaadet’te, ticaret hayatının merkezinde açılan bu iki kahvehane, büyük rağbet görür. Aslında bu rağbet, İstanbul’da bu ‘dükkânların’ açılmasından önce de kahve tiryakiliğinin yaygın olduğunun göstergesidir.

Ancak kahvehane, başkadır. Bu mekânda sadece kahve içilip çubuk ve nargile tüttürülmez! Kahvehanelerin farklı toplumsal işlevleri vardır. Hatta bu işlevlere göre, sınıf sınıf kahvehane vardır: Esnaf kahveleri, âşık kahveleri, tulumbacı kahveleri, merkezî yerlerdeki büyük kahvehaneler, kıraathaneler ve tabiî, mahalle kahveleri…

Mahalle kahvehanelerinin işlevini ve oluşum sürecini, Osman Nuri Ergin, çok güzel özetler:

“Namaz vakitlerinden evvel camiye gelen, fakat kapısını kapalı bulanlar yahut iki namaz arasındaki vakti geçirmek isteyenlerin bir müddet oturması ve beklemesi için, ilk önce her camiin yanında birer yer tahsis edilmiş ve Hicret’in 10’uncu asrında Yemen’den kahve gelince, buralarda kahve içilmesi âdet haline gelmişti. Ve ondan dolayıdır ki, adına kahvehane denmiştir.”

Evet; bu iyiniyetli açıklama, belki de işin başlangıcını gösterir; ama Osmanlı yönetimi kısa sürede fark edecektir ki, kahvehaneler ve özellikle de o küçük mahalle kahveleri -ki örneğin Süheyl Ünver, bunları ‘bir tür halk kulübü’ diye adlandırır- kendi otoritesi karşısında bir ‘muhalif’ güç oluşturmaktadır âdeta…

Mahalle hayatının merkezindeki caminin yanında, bu caminin cemaati için, ‘sivil’ bir uzantıdır mahalle kahvesi…

Böylece kahvehane, ilk kurulduğu tarihten başlayarak, Osmanlı insanının hayatına yeni bir ‘sosyalleşme’ getirmiştir. Evde, çoluk çocuğun arasında ya da camide cemaatin içinde, cami avlusunda pek konuşulamayan konular, kahvehanenin kuytu köşelerindeki sedirlerde konuşulurdu.

Sohbet mahalle dedikodusuyla sınırlı kalmaz, ‘devlet katına kadar’ yükselir; siyaset yapılırdı. Yani Saray’da, o günlerin iktidar mücadeleleri içinde, herkes kendine bir ‘taraf’ seçerdi.

Örneğin, 17. Yüzyıl’a kadar sürüp giden yeniçeri-sipahi rekabeti ve zaman zaman patlak veren isyanlarda, şu yeniçeri ağasını ya da sipahilerin tarafını tutan şu veziri destekleyenler, kendilerine mahalle kahvelerinde taraftar ararlardı. Çoğu isyanlar da, bu kahvehanelerde planlanırdı.

Saray da ‘tedbir’ alırdı elbette! Hafiye kullanılır; küçük mahalle kahvelerine dokunulmaz, ama ‘ibret olsun diye’, merkezî yerlerdeki belli başlı büyük kahvelerden birkaçı kapatılırdı. Fetva defterlerinde bu kapatmaların örneği boldur.

‘Büyük kahvehaneler’ diye sözünü ettiğimiz kahveler, kentin önemli meydanları civarında, ana caddelerde bulunan, her tabakadan farklı insanların gelip gittikleri, hem ‘gediklileri’ yani sürekli müşterileri, hem de bol miktarda ‘gelgeç takımı’ müşterisi olan yerlerdi.

Bunların bir kısmı, ‘çayının nefaseti’ ve ‘kahvesinin kıvamı’ ile ün yapmışlardı. Şehzadebaşı semtinin kahvehaneleri, bu anlamda, çok ünlü idi.

Şehzadebaşı deyince, akla Direklerarası ve tabiî ki İstanbul’un Ramazan kültürü gelir. Ramazan deyince de kahvehane!

Çünkü Osmanlı başkentinin Ramazan gecelerinde halk sokaklara dökülür, kahvehaneler de, sahura kadar açık bulunurdu. Ramazan kahvehaneleri, resimlerle süslenir ve rengârenk kâğıt fenerlerle donatılırdı.

Eğer Ramazan kışa rastlamışsa, İstanbul’un özellikle çalgılı kahveleri, geceleri çok şenlikli, çok canlı olurdu. Kentin hemen her semtinde, böyle bir çalgılı kahve bulunurdu. Bunlara, ‘semaî kahveleri’ de denirdi.

Konunun meraklısı Osman Cemal Kaygılı’ya kulak verirsek, çalgılı kahvelerde mani, semaî, koşma, destan ve kalenderîler okunduğunu; bunları okuyanlar gibi, yazan ya da düzenleyenlerin de çoğunlukla tulumbacılar olduğunu öğreniriz.

Bu nedenle bu kahveler, “tulumbacı kahveleri” diye de adlandırılırdı.

Çalgıcı kahvelerde, oyuncular da vardı. Oyuncular ya aralarda ya da saz söz faslı bittikten sonra oyunlarına başlarlardı. Bu oyunlar, çiftetelli, köçek, ağırlama, kasap, düğün havası, bıçak oyunu ve zeybekti. Ramazan geceleri dışında da meddahlar, hikâye anlatıcılar, saz âşıkları ve şairler, kimi kahvehaneleri sık sık şenlendirirlerdi. Aslında toplumsal eleştiri ve hiciv dozu da içeren Karagöz de, sırf Ramazan gecelerine has bir seyir değildi. Karagöz oynatan büyük kahvehanelerden mahalle kahvesine, Tanzimat öncesi Osmanlı toplumunun nabzının kahvelerde attığını söylemek, yanlış olmaz.

Belki de bu yüzden, Amadeo Preziosi’den Brindesi’ye, İstanbul’a gelen oryantalist sanatçıların hemen hepsi, mutlaka kahvehaneleri resmetmişlerdir. Ama bana sorarsanız, Hoca Ali Rıza’nın resmettiği ‘gönlü ferah’ Boğaziçi sahil kahveleri de, Osmanlı toplumunun en önemli iletişim kaynağı sayılabilecek o uğultulu kent kahvelerinin öteki yüzüdür.




Bursa’nın ilk kahvesi ve (altta) 19.yüzyıl gravürlerinde, İstanbul’daki liman kahveleri.




Bir Preziosi çizimi.