Bu Blogu Takip Et

Sayfalar

Translate

halk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
halk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Mart 2011 Pazar

Hızır ve İlyas Hikâyesi

Hızır ve İlyas Hikâyesi
Hızır peygamber Allah'ın kendisine bahşettiği güçlerle görevini yapmak için dünyayı dolaşmaktadır. Yolculuklarından birine İlyas peygamber de katılmak ister. Hızır (a.s.), "Bu yolculuğu yapamazsın. Benim Allah'ın bana verdiği bazı görevleri yapmam gerekir, oysa sen bunları anlayamazsın ve soru sorarsın. Oysa anlatmakla memur değilim ve sen ayrılmak zorunda kalırsın." diyerek uyarır onu. Ama İlyas peygamber ısrar eder, "Söz." der, "Ne yaparsan yap soru sormayacağım."
Yola çıkarlar, bir nehir kıyısına kadar gelirler. Karşıya geçmeleri gerekir, bir sandalcı vardır orada ama ona verecek paraları yoktur. Dertlerini söylediklerinde balıkçı, onları karşıya parasız geçirmeyi kabul eder. Balıkçının iki oğlu ve bir karısı da onunla yaşamaktadır. Kadın, ihtiyarın Hızır ile İlyas peygamberi parasız taşımasına itiraz eder. Ama adam yine de kararından dönmez. Balıkçı, iki oğlu ile birlikte seyyahları karşıya geçirir.

Halk inançlarında Hıdrellez

Halk inançlarında Hıdrellez
Hızır'da darda kalanlara yardımcı olma, bereket getirme ve gelecekte dilekleri gerçekleştirme vasıflarını görmek mümkündür. Geceden gül dallarına gümüş kuruşlar, çeyrekler, kırmızı bezler bağlanır, gül dibine genç kızlar yüzük atar, mani söyler, içki sofraları hazırlanır, davullar eşliğinde oyunlar oynanır, su kenarlarında, yeşilliklerde eğlenilir, ateşten atlanılırsa ev sahibi olacağına inanılır. Hıdrellez kutlamaları genel olarak yeşillik, ağaçlık alanlarda, su kenarlarında, bir türbe ya da yatırın yanında yapılmaktadır. Hıdrellezde baharın taze bitkilerini ve taze kuzu eti ya da kuzu ciğeri yeme adeti vardır. Baharın ilk kuzusu yenildiği zaman sağlık ve şifa bulunacağına inanılır. Bugünde kırlardan çiçek veya ot toplayıp onları kaynattıktan sonra suyu içilirse bütün hastalıklara iyi geleceğine, bu su ile kırk gün yıkanılırsa gençleşip güzelleşileceğine inanılır. Hıdrellez gecesi Hızır’ın uğradığı yerlere ve dokunduğu şeylere feyiz ve bereket vereceği inancıyla çeşitli uygulamalar yapılır. Yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağızları açık bırakılır. Ev, bağ-bahçe, araba isteyen kimseler,

15 Nisan 2010 Perşembe

Bir tür halk kulübü: Kahvehane ( Kahvehane Kültürü )

Bir tür halk kulübü: Kahvehane







Yazı/Text: LÜTFÜ TINÇ



“Osmanlı toplumunun nabzı kahvehanelerde atardı” demek, yanlış olmaz. Buralarda sohbet mahalle dedikodusuyla sınırlı kalmaz, ‘devlet katına kadar’ yükselirdi.



Meddahlar, hikâye anlatıcılar, saz âşıkları ve şairler, kahvehanelerin vazgeçilmez çehreleri arasındaydılar. Sokağa taşan mahalle kahvelerinde nargile, sohbetin ayrılmaz bir parçasıydı.



İstanbul’da ilk kahvehaneler Kanunî döneminde, 1554 yılında açılır. Osmanlı tarihçilerine göre, “Halep’ten ‘Hakem’ namında bir herif ve Şam’dan ‘Şems’ adında bir zarif” bu işi yaparlar.

Yer, Tahtakale’dir. Zirveyi yakalamış imparatorluğun kalbi ‘Dersaadet’te, ticaret hayatının merkezinde açılan bu iki kahvehane, büyük rağbet görür. Aslında bu rağbet, İstanbul’da bu ‘dükkânların’ açılmasından önce de kahve tiryakiliğinin yaygın olduğunun göstergesidir.

Ancak kahvehane, başkadır. Bu mekânda sadece kahve içilip çubuk ve nargile tüttürülmez! Kahvehanelerin farklı toplumsal işlevleri vardır. Hatta bu işlevlere göre, sınıf sınıf kahvehane vardır: Esnaf kahveleri, âşık kahveleri, tulumbacı kahveleri, merkezî yerlerdeki büyük kahvehaneler, kıraathaneler ve tabiî, mahalle kahveleri…

Mahalle kahvehanelerinin işlevini ve oluşum sürecini, Osman Nuri Ergin, çok güzel özetler:

“Namaz vakitlerinden evvel camiye gelen, fakat kapısını kapalı bulanlar yahut iki namaz arasındaki vakti geçirmek isteyenlerin bir müddet oturması ve beklemesi için, ilk önce her camiin yanında birer yer tahsis edilmiş ve Hicret’in 10’uncu asrında Yemen’den kahve gelince, buralarda kahve içilmesi âdet haline gelmişti. Ve ondan dolayıdır ki, adına kahvehane denmiştir.”

Evet; bu iyiniyetli açıklama, belki de işin başlangıcını gösterir; ama Osmanlı yönetimi kısa sürede fark edecektir ki, kahvehaneler ve özellikle de o küçük mahalle kahveleri -ki örneğin Süheyl Ünver, bunları ‘bir tür halk kulübü’ diye adlandırır- kendi otoritesi karşısında bir ‘muhalif’ güç oluşturmaktadır âdeta…

Mahalle hayatının merkezindeki caminin yanında, bu caminin cemaati için, ‘sivil’ bir uzantıdır mahalle kahvesi…

Böylece kahvehane, ilk kurulduğu tarihten başlayarak, Osmanlı insanının hayatına yeni bir ‘sosyalleşme’ getirmiştir. Evde, çoluk çocuğun arasında ya da camide cemaatin içinde, cami avlusunda pek konuşulamayan konular, kahvehanenin kuytu köşelerindeki sedirlerde konuşulurdu.

Sohbet mahalle dedikodusuyla sınırlı kalmaz, ‘devlet katına kadar’ yükselir; siyaset yapılırdı. Yani Saray’da, o günlerin iktidar mücadeleleri içinde, herkes kendine bir ‘taraf’ seçerdi.

Örneğin, 17. Yüzyıl’a kadar sürüp giden yeniçeri-sipahi rekabeti ve zaman zaman patlak veren isyanlarda, şu yeniçeri ağasını ya da sipahilerin tarafını tutan şu veziri destekleyenler, kendilerine mahalle kahvelerinde taraftar ararlardı. Çoğu isyanlar da, bu kahvehanelerde planlanırdı.

Saray da ‘tedbir’ alırdı elbette! Hafiye kullanılır; küçük mahalle kahvelerine dokunulmaz, ama ‘ibret olsun diye’, merkezî yerlerdeki belli başlı büyük kahvelerden birkaçı kapatılırdı. Fetva defterlerinde bu kapatmaların örneği boldur.

‘Büyük kahvehaneler’ diye sözünü ettiğimiz kahveler, kentin önemli meydanları civarında, ana caddelerde bulunan, her tabakadan farklı insanların gelip gittikleri, hem ‘gediklileri’ yani sürekli müşterileri, hem de bol miktarda ‘gelgeç takımı’ müşterisi olan yerlerdi.

Bunların bir kısmı, ‘çayının nefaseti’ ve ‘kahvesinin kıvamı’ ile ün yapmışlardı. Şehzadebaşı semtinin kahvehaneleri, bu anlamda, çok ünlü idi.

Şehzadebaşı deyince, akla Direklerarası ve tabiî ki İstanbul’un Ramazan kültürü gelir. Ramazan deyince de kahvehane!

Çünkü Osmanlı başkentinin Ramazan gecelerinde halk sokaklara dökülür, kahvehaneler de, sahura kadar açık bulunurdu. Ramazan kahvehaneleri, resimlerle süslenir ve rengârenk kâğıt fenerlerle donatılırdı.

Eğer Ramazan kışa rastlamışsa, İstanbul’un özellikle çalgılı kahveleri, geceleri çok şenlikli, çok canlı olurdu. Kentin hemen her semtinde, böyle bir çalgılı kahve bulunurdu. Bunlara, ‘semaî kahveleri’ de denirdi.

Konunun meraklısı Osman Cemal Kaygılı’ya kulak verirsek, çalgılı kahvelerde mani, semaî, koşma, destan ve kalenderîler okunduğunu; bunları okuyanlar gibi, yazan ya da düzenleyenlerin de çoğunlukla tulumbacılar olduğunu öğreniriz.

Bu nedenle bu kahveler, “tulumbacı kahveleri” diye de adlandırılırdı.

Çalgıcı kahvelerde, oyuncular da vardı. Oyuncular ya aralarda ya da saz söz faslı bittikten sonra oyunlarına başlarlardı. Bu oyunlar, çiftetelli, köçek, ağırlama, kasap, düğün havası, bıçak oyunu ve zeybekti. Ramazan geceleri dışında da meddahlar, hikâye anlatıcılar, saz âşıkları ve şairler, kimi kahvehaneleri sık sık şenlendirirlerdi. Aslında toplumsal eleştiri ve hiciv dozu da içeren Karagöz de, sırf Ramazan gecelerine has bir seyir değildi. Karagöz oynatan büyük kahvehanelerden mahalle kahvesine, Tanzimat öncesi Osmanlı toplumunun nabzının kahvelerde attığını söylemek, yanlış olmaz.

Belki de bu yüzden, Amadeo Preziosi’den Brindesi’ye, İstanbul’a gelen oryantalist sanatçıların hemen hepsi, mutlaka kahvehaneleri resmetmişlerdir. Ama bana sorarsanız, Hoca Ali Rıza’nın resmettiği ‘gönlü ferah’ Boğaziçi sahil kahveleri de, Osmanlı toplumunun en önemli iletişim kaynağı sayılabilecek o uğultulu kent kahvelerinin öteki yüzüdür.




Bursa’nın ilk kahvesi ve (altta) 19.yüzyıl gravürlerinde, İstanbul’daki liman kahveleri.




Bir Preziosi çizimi.