Bu Blogu Takip Et

Sayfalar

Translate

12 Kasım 2010 Cuma

Biyolojik Evrim - İlk Canlılar (Protobiyontların) Evrimi

Biyolojik Evrim

İlk Canlılar (Protobiyontların) Evrimi


Kimyasal evrim sonucu oluşan polinükleotid ve proteinoidli yapılar arasında karşılıklı ilişkiler vardır. EIGEN bu ilişkilere benzerlerin canlıların hangi temel özelliklerini gösterdiğini maddenin kendi başına organizasyonu kuramı ile ortaya koymuştur. Onun görüşlerine göre, karşılıklı olan bu ilişkilerde aşağıdaki temel biyolojik olayların olması gerekmektedir:

a) Kendi başına çoğalma:
Ancak bu yolla, bir kez ulaşılan biyolojik özellikler korunabilir ve döle iletilebilir. Özelliklerin döle geçişinde çoğalma en önemli rolü oynar.
b) Metabolik olaylar:
Metabolik olaylar, çevrede bulunan maddelerin alınma ve işlenip değiştirilmesinde önemli rol oynar. Ancak bu olayların yardımı ile döl süreklilik kazanır. Çoğalmayı sağlamak için gerekli olan biyolojik yapı taşları ve enerji de bu yolla elde edilir.
c) Mutasyon:
Canlılarda olaylanan mutasyonlarla mevcut olan bireyler değişikliğe uğrar. Sonuçta daha uygun ve yetenekli yeni bireyler oluşabilir.

Geriye dönüşü olan çevrimde bu olayların birlikte etkisi sonucu, canlıların ve bu olayların evrimi mümkündür. Bu şekildeki geriye dönüşümü olan tepkime zincirlerinin ortaya çıkışı, protein ve replikasyon yeteneğindeki nükleotid zincirlerinin katılımı ile olur.


Proteinsentezli nükleotid zincirlerinin replikasyon çevriminin birlikte etkinliğine, HİPER ÇEVRİM adı verilir. Her hiper çevrim çok hızlı bir şekilde olaylanır. Bilgi taşıyıcı polinükleotid bir zincirin mutasyona, yani değişime uğraması, tepkimelerin çok hızlı bir şekilde ilerlemesine yol açabilir. Bu durumda böyle bir çevrim, çevreden alınan ve tepkime için gerekli olan maddeler bakımından diğer çevrimlerle rekabete girer. Çevrimin devamı rekabetin kazanılmasına bağlıdır. Bunun sonucunda da seleksiyon etkinliği ile moleküler bazda gerçekleşmeyi içeren EVRİM KURAMI hakim olacaktır. Hiper çevrimin ya da başka bir ifadeyle böyle bir tepkime zincirinin oluşması sonucunda basit yapılı bir membranın çevirdiği bir oluşum olan PROTOBİYONT elde edilmiş olur. İşte bu gelişim süreci içinde, P R O T O S İ T veya PROKARYONT HÜCRE'leri oluşmuşlardır.

Evrim sanıldığından daha hızlı

Evrim, yeni türlerin gelişimi için aynı yaşam alanında binlerce hatta milyonlarca yıla ihtiyaç duyar. Fakat Nikaragua'da volkanik bir gölü inceleyen biyologlar, evrimin daha hızlı işlediğini gösterdi.
Bu göldeki siklid balıkları, sadece yüz nesil sonra tamamen yeni bir görüntüye kavuşmuş. Balıkların dudakları kalınlaşırken, kafa kısımları daralmış. Konstanz Üniversitesi evrim biyologu Axel Meyer’ın tespit ettiği bu evrim süreci, sanılandan çok daha hızlı işlemekte.


Kalın dudaklı balıklar, ince dudaklı yakınlarına karşın aynı gölde farklı bir ekolojik nişte yaşıyor. İncelemelerden anlaşıldığı üzere, kalın ve ince dudaklı balıkların farklı beslenme alışkanlıkları var ve laboratuvar deneylerinde bu iki balık türünün melezleşmeye uygun olduğu kanıtlanmış olsa da çiftleşmiyorlar.

Yeni balık türünün dar kafa yapısı özellikle de volkanik kayalıkların arasındaki böcek ve larvaları yakalamak için ideal. Kalın dudaklarsa keskin kenarlı kayalıklara bağlı yaralanmaların etkisini azaltıyor. İnce dudaklı balığın daha fazla dişli ve güçlü bir çenesi var. Bu çene yapısı sayesinde salyangoz kabuklarını kırabiliyor. Georgia Teknoloji Enstitüsü evrim araştırmacısı Todd Streelman, yeni sonuçlar, 1990’lı yıllarda ortaya atılan tezleri de desteklemekte, diyor.

Evrimin bir halkası daha bulundu



Mağarada bulunan fosiller evrime ışık tutacak

Güney Afrika'daki bir mağarada bulunan iki iskelet parçası, insan öncesi döneme ait bir türü temsil ediyor. Bu fosillerin insan evrimine yeni bir ışık tutabileceği umuluyor.

"Australopithecus sediba" adlı, yeni sınıflandırılan bir türe ait olan kemiklerin, 8-9 yaşında genç bir erkek ile 20'li veya 30'lu yaşlarında yetişkin bir dişiye ait olduğu, bu türün dik yürüdüğü, insan evriminin "Homo türleri" aşamalarının başlangıcındaki türlerle birçok ortak özelliğe sahip olduğu belirtildi.

Science dergisinde yarın yayımlanacak makaleye göre, "insan öncesi" veya "insansı" olarak adlandırılan bu türe ait fosillerin 1,78 milyon ile 1,95 milyon yıl arasında değişen bir yaşa sahip olduğu sanılıyor.

Güney Afrika'da Johannesburg'da bulunan Witwatersrand Üniversitesinden Lee Berger, 2008 yılı Ağustos ayında bulunan fosillerin öneminin anlaşılması üzerine, aynı yerde bulunan, ancak henüz sınıflandırılmayan başka fosillerin de önemli keşifler olması umudunda olduklarını söyledi.

Bulunan fosillerin, insan evriminin "kayıp halkası" olduğu şeklinde kesin ifadeler kullanmaktan kaçınan Berger, "Ancak buluntular, Homo (insan) türünün ilk üyelerinin ortaya çıktığı dönemde neler olup bittiğini anlamamızı sağlamaya yönelik önemli katkılar sağlayacak" dedi.

Berger, "Australopithecus sediba"nın insansı türlere geçişe ait çeşitli türler mozayiği içerisinde önemli bir halka olduğunu ifade etti. Bu aşamada, insansıların ağaçlara bağımlılıktan da kurtulduğu ve yerde yaşamaya başladığı tahmin ediliyor. Berger, bulunan türün, "iki ayak üzerinde yürüyebilen maymunsularla insansılar arasında bir geçiş türü olduğunu" ifade etti.

Birçok uzman, insan türünün, 2 milyon yıl önce "Australopithecus" türlerinden evrilmeye başladığını düşünüyor. "Australopithecus afarensis" adı verilen sonraki bir türe ait iskelete "Lucy" adı verilmişti. Yeni bulunan fosil, Lucy'den 1 milyon yıl daha yaşlı. "Homo sapiens2 adı verilen modern insanın, biri de "Lucy" olan "Australopithecus2 sınıfı türlerden milyonlarca yıl önce ayrıldığı düşünülüyor.

Bu türler uzun kollu, kısa güçlü elli, insan gibi koşabilmesine olanak sağlayan uzun bacaklı canlılar. Bulunan her iki fosilin de 1,27 metre boyunda olduğu sanılıyor. Genç olanın beyninin 450 santimetre küp olduğu tahmin edildi. Modern insan beyninin hacmi 1200-1600 santimetre küp arasında değişiyor.

Mağaradaki çalışmalara katılan, Avustralya'nın James Cook Üniversitesinden Paul Dirks, bu bölgede en az 25 türe ait başka fosillerin de bulunduğunu, bunlar arasında kılıç dişli kediler, kahverengi sırtlan, vahşi köpek, at ve antilopların bulunduğunu kaydetti.

Albino yada Akşınlık (albinizm)

Albino yada Akşınlık (albinizm de denir), soydan geçen bir metabolizma hastalığıdır.

Binlerce insanı ya da hayvanı etkileyen genetik bir bozukluk olan akşınlık renklenmeyi sağlayan melamin pigmenti yokluğu ya da azlığından kaynaklanır. Gözler, deri, saçlar ve bedenin öbür bölümlerini etkileyebilir.


Akşınlarda (gerek insan, gerek hayvan) deri çok ince ve beyazımsı (ya da hafifçe pembe), kıllar (ya da tüyler) beyazdır. Gözlerin gözbebekleri pembe, ağ tabakadan yansıyan ışık kırmızıdır. Gözler ışığa duyarlıdır ve genellikle astigmattır. Akşınlık ender de olsa, zeka geriliği ya da bedensel gerilikle birlikte olabilir.

Çeşitleri

# Tam akşınlık, yaban hayvanlarında çok ender görülür; çünkü üretken yaşa kadar bu hayvanların çok azı hayatta kalabilir. Bütünüyle akşın yaban hayvanları, yırtıcılara karşı koruyucu renklerinden yoksundurlar; bu yüzden uzaktan kolayca görünürler.

Evrim - Doğal Seçilim Nedir ?

# Kısmi akşınlık, çok daha az zararlıdır ve deride beyaz noktalar ya da kollarda beyaz perçemler halinde görülür. Bedenin yalnızca bazı alanlarında melamin pigment bulunmaması "vitiligo" diye adlandırılır.

Akşınlarda (gerek insan, gerek hayvan) deri çok ince ve beyazımsı (ya da hafifçe pembe), kıllar (ya da tüyler) beyazdır. Gözlerin gözbebekleri pembe, ağ tabakadan yansıyan ışık kırmızıdır. Gözler ışığa duyarlıdır ve genellikle astigmattır. Akşınlık ender de olsa, zeka geriliği ya da bedensel gerilikle birlikte olabilir.Derilerinde renk pigmentleri bulunmadığı ya da az bulunduğu için güneşten gelen zararlı ışınlar vücuda girer ve fazla güneş altında bulunmaları ölümlerine bile

yol açabilir.

Beyaz Yılan albino




Gözler, deri, saçlar ve bedenin öbür bölümlerini etkileyebilir.
Akşınlarda (gerek insan, gerek hayvan) deri çok ince ve beyazımsı (ya da hafifçe pembe), kıllar (ya da tüyler) beyazdır.








Sadece üç nesilde evrim!

Okyanusta yaşayan bir iskorpit türü, sadece 3 nesil boyunca iklim değişikliklerine uyum sağlamış.





İnternette yayımlanan ve 7 Eylül 2010'da da İngiliz "Proceedings of the Royal Society B" dergisinde yer alacak olan bir araştırma, bir balık türünün diğer türlere nazaran iklim değişikliğine daha çabuk uyum sağlayabildiğini ortaya koydu.

Araştırmayı yöneten genetikçi Rowan Barrett, "Yaptığımız deneyler sırasında, okyanusta yakaladığımız iskorpitlerin üç nesilde ciddi iklim değişikliğine çok çabuk uyum sağladığını tespit ettik" diye konuştu.
Diğer türlerde bu kadar hızlı bir evrime rastlamadıklarını belirten Barret, "Araştırmamız bazı türlerin çok çabuk iklim değişikliğine uyum sağlayabildiğini gösteren ilk araştırmadır" dedi.



Barret'e göre, deney sırasında, Kanadalı ve Avrupalı bilimadamları iskorpitleri sıcaklığını kademe kademe düşürdükleri su dolu havuza bıraktılar. Üç yıl iskorpitleri izlediklerini kaydeden Barret, her nesil iskorpitin değişen su sıcaklığına uyum sağladığını bildirdi.
"Yalnız, bu uyum sağlayabilme yetisi bizi yanıltmamalı" diye konuşan Barret, "Çünkü, deney boyunca iskorpitlerin yüzde 95'i üç yıl içinde öldü ve sadece yüzde 5'i soğuğa karşı dayanıklılık geliştirip hayata kalmayı başarabildi" dedi.
Barret, "Bu durum gösteriyor ki, hızlı bir evrim olumsuz sonuçlara da yol açabilir, bütün bir türü dayanıksız hale getirebilir" diye konuştu. Barret, bu araştırmaların sonucu bazı türlerin diğer türlere nazaran çabuk evrimleşip, iklim değişikliğine uyum sağlayabildiğini gösterdiğini kaydetti.
Soğuk iklime dayanıklığın yanı sıra sıcak iklime dayanıklığın da araştırılması gerektiğinin altını çizen Barret, gelecek on yıl içinde dünyada hava sıcaklığının birkaç derece artacağını ve aşırı sıcak ve soğuk hava dalgalarının birbirini izleyeceğini belirtti.
Başka türlerin de iklim değişikliğine olan uyumlarının araştırılması gerektiğini belirten Barret, "Böylece insanın nasıl dayanacağı konusunda da bir fikir edinebiliriz" diye konuştu.

Etimizi pişirirken insan olduk, dâhi olduk, sanatçı olduk, filozof olduk

Mutfakta biri var!

Kaşığına güvenen her hamarat ruhu okşayacak teoriye göre, etimizi pişirirken insan olduk, dâhi olduk, sanatçı olduk, filozof olduk ve hatta çifte kumrular olduk.




Evrim sürecine dair bulgular, şaşırtıcı bir yöne işaret ediyor: mutfak. Harvard Üniversitesi’nde biyolojik antropoloji alanında çalışan Dr. Richard Wrangham ve aynı görüşü paylaşan birçok biliminsanı, yemek pişirme kültürünün gelişmesiyle insan zekâsında büyük bir sıçrama olduğunu savunuyor. Kaşığına güvenen her hamarat ruhu okşayacak bu teoriye göre, etimizi pişirirken insan olduk, dâhi olduk, sanatçı olduk, filozof olduk ve hatta çifte kumrular olduk.

Modern insan beyni, diğer primatlarla Karşılaştırıldığında oldukça farklı. Algı ve bilinç bir yana, insanlarda beyin kütlesinin vücut ağırlığına oranı, şempanze, goril ve diğer maymun türlerine kıyasla çok yüksek. Diğer memeli türleri, günlük enerjilerinin yüzde 3’ünü beyin fonksiyonlarına ayırırken, bu oran maymun türlerinde yüzde 8-10 ve insanlarda yüzde 25!
Evet, metabolik enerji bütçemizin dörtte birini beynimize ayırıyoruz. Bu şaşırtıcı değil, çünkü her 1 gram beyin dokusunda, her 1 gram kas dokusundan bile tam 16 kat fazla enerji yakıyoruz. Kısacası, beyin çok pahalı bir organ! Bizi insan yapan her şey-alet kullanabilmemiz, problem çözme yeteneğimiz, hatta sosyal iliskilerimiz-beyin tarafından yönetiliyor.


Yaklaşık 2 milyon yıl önce, Afrika’nın savanlarında avlanan ilk insanlar, arkeolojik bulgulardan anlaşıldığı üzere ne büyük bir beyne, ne de soyut düşünce yeteneğine sahiplerdi. Daha sonra, iki büyük sıçrama oldu. Birincisi, yaklaşık 1,5 milyon yıl önce, beyin kütlesinin iki kata yakın artması.Bilim dünyası, bu ilk sıçramanın insanların et yemeye başlaması ve besin kalitesinin artışı nedeniyle olduğu konusunda hemfikir. Büyüyen beynimize rağmen, yüz binlerce yıl aynı taş aletleri yapmaya devam ettik. İşte bu yüzden, arkeolojik olarak sıkıcı geçen 1 milyon yıldan sonra, yani günümüzden 400.000 – 200.000 yıl önce, insan beyni evriminin ikinci büyük sıçraması gerçekleşti. Bu, beynimizin ağırlığından ziyade, işlem gücünde bir artıştı; daha çok beyin kıvrımı, daha çok soyut düşünce, daha derin bir algı, sosyal bağların kuvvetlenmesi, yeni alet tasarımları ve bu yıllara ait kazılarda bulunan boncuklar, iğneler ve sanatın doğuşu… Aynı kazılarda bulunan ocak kalıntıları tesadüf değil. Bugün çoğu biliminsanı, beyin evrimindeki ikinci büyük sıçrayışı, yemek pişirme kültürünün günlük diyetimize getirdiği kaliteye bağlıyor.

YÜKSEK ATEŞTE 400 BİN YIL
İlk ocak kalıntıları, elimizdeki ilk modern insan fosilinden 400.000 yıl öncesine dayanıyor. İlkel ‘ocak’lar, etrafı taşlarla örülü ve ortasında ateş yakılan çukurlardan ibaret. Yerleşik mutfaklar ortaya çıkmadan, yani ilk insanlar daha gezgin bir hayat tarzına sahipken de, yemeklerini pişirdikleri düşünülüyor. Sözünü ettiğimiz ‘mangalcı’ yaşam tarzı, arkasında arkeolojik izler bırakmayacağı için, ancak diş ve çene yapısında meydana gelen anatomik değişikliklerden okunabiliyor. Evrim uzun bir süreç; insanlığın geçirdiği değişim, çarpıcı olduğu kadar ağır ve kademeli de...
İlk insanların yemeklerini pişirmeye başlaması, günlük diyetlerinde iki temel değişime neden oldu. Birincisi, yediklerinden aldıkları enerji ve besini çok daha etkili kullanabilmeleri. Daha önce sindirilemeyen kompleks karbonhidratlarda, liflerde ve yumru köklerde açığa çıkmayan enerji ve besin, insan metabolizması tarafından kullanılabilir hale geldi. İkincisi, bu yeni sindirim açılımıyla yiyecek yelpazesinin genişlemesi, daha fazla çeşit bitki ve hayvanın enerji kaynağı olarak kullanılabilmesi. Bir canlının hayatta kalması için ekosistemindeki en önemli unsur olan yemek, pişirme işlemiyle insanlığın kontrolüne geçti.
Kısacası doğada erişebildiğimiz kalori ve besin miktarı arttığı gibi, sindirim de ağızda değil ateşin üzerinde başlar oldu. Bu, diğer primatların aksine daha ufak bir sindirim sistemi ve daha büyük bir beyni taşıyabilecek bir metabolizma anlamına da geliyordu. Bugün bir şempanzenin,
metabolizmasının yüzde 25’ini beyin fonksiyonlarına ayırması imkânsızdır. Fakat insan, etkili enerji alımı ve sindirimden sağladığı enerji tasarrufu sayesinde, bunu yapabilecek şekilde evrilmiştir. 2005’te Alman biliminsanları tarafından yapılan Giessen çiğ yemek deneyinde, yiyeceklerini pişirmeden beslenen 500 denek uzun süre izlendi. Araştırmanın sonunda, sadece çiğ bir diyetle beslenen insanların sağlıklı bir yaşam tarzı sürdüremediği görüldü. Kadın deneklerin yüzde 50’si, kısa süreliğine doğurganlık problemleri yaşadılar.
ATEŞ BACAYI SARIYOR
Günümüzde, pişen yemek her zaman sosyalleştirir. Mangalcılar bir yandan et çevirir, bir yandan laflar. Komşuda pişer, bize de düşer. En önemlisi, erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer. Bu sosyal kodların, aslında çok eskilere, evrim tarihimizin tozlu sayfalarına dayandığını söylemek çok da yanlış olmaz. İnsanlar yemeklerini pişirmeye başladıklarında, çok önemli sosyal değişimler yaşadıkları düşünülüyor.
Artık, yolda bulduğunu yiyen, avının etrafına üşüşerek bir anda yiyip bitiren bir gruptan değil, yemeğini belirli bir toplama noktasında biriktirip, pişmesini bekleyen insanlardan bahsediyoruz. Bu bekleme, 20 dakika da olabilir, 2 saat de, yarım gün de… Bu, insan davranışı ve hayat tarzı açısından kritik bir değişim. Artık yemek, çalınmaya müsait, fırsatçıların akınına uğrayabilecek, sadece diğer insanlardan değil, hayvanlardan da korunması gereken bir hazine. İnsanların, hem dostlarıyla hem de düşmanlarıyla daha karmaşık, daha sadık, daha kurnaz ve daha derin bağlar kurmaları gerekiyor.
Sosyal zekâ işte burada devreye giriyor. Yakın geçmişe ait arkeolojik bulgular, çoğu medeniyette ve avcıtoplayıcı insan gruplarında kadının yemeği pişiren taraf olduğunu gösteriyor. Daha uzak geçmişimize, yani ateşin insan kontrolüne geçtiği ilk yıllara bakarsak, bu tarihlerde erkeklerin boyut olarak kadınlardan yaklaşık iki kat daha iri olduğunu ve sosyal rol dağılımının bu şekilde açıklanabileceğini görüyoruz. Yemeğinizi topladığınız noktada, o yemeği pişirecek birini bırakıyor ve tekrar ava çıkıyorsanız, aynı zamanda arkanızda bıraktığınız ‘eşinizi’, etraftaki yağmacılardan korumak ve hem kendinizi hem eşinizi hem de yemeğinizi koruma altına almak zorundasınız. Dr. Richard Wrangham bu durumu şöyle açıklıyor:
“Hem erkekler hem kadınlar, artık koruma ve beslenmeye dayalı kalıcı bağlar geliştirmek zorundaydılar, çünkü hayatta kalmanın en etkili yolu buydu. Beslenme evriminin göz ardı edilemeyecek derecede önemli bir soru ve kadın-erkek arasındaki kalıcı bağların da kaynağı olduğuna inanıyoruz.”
ATEŞ SENİ ÇAĞIRIYOR
Daha büyük ve daha aktif bir beynin evrilmesine imkân sağlaması, sosyal ilişkileri derinleştirmesi, hayatımıza kattığı entrika, sadakat ve aşk… Hepsinin kaynağının ateş olabileceğini düşünmek gerçekten ilginç. Prometheus’un insanlığa hediyesinin evrim eksenimizde yarattığı etki tartışılmaz derecede büyük. Elbette insan zekâsının sadece pişen yemekle geliştiğini söylemek doğru olmaz, ama enerji bütçemizde yarattığı değişiklik ve beraberinde getirdiği sosyal bağlar zinciriyle, zekâ evrimimize katkıda bulunan en önemli faktörlerden biri, yemek pişirme kültürümüz.
Kaynaklar
Leonard ve ark., “Effects of Brain Evolution on Human Nutrition and Metabolism”, Annu. Rev. Nutr. 2007. 27:311–27.
Carmody ve ark., “Energetic Significance of Cooking”, Journal of Human Evolution 57 (2009) 379–391.
R. Wrangham, Catching Fire: How Cooking Made Us Human. Basic Books, New York 2009.

''Darwin titiz bir araştırmacı, arşivci ve deney insanıydı''

Doğumunun 200. yılında, 'evrim teorisi'nin en önemli savunucularından İngiliz bilim adamı Charles Robert Darwin'in yaşamı, fikirleri ve etkisi, başta İngiltere'de olmak üzere dünyadaki pek çok üniversitede ve bilim müzelerlerinde neredeyse bir festival havasında etkinliklerle anılıyor.

Darwin titiz bir araştırmacı, arşivci ve deney insanıydı
UNESCO'nun Darwin Yılı ilan ettiği 2009'da, fikirleri dünyanın hemen her yerinde yayılmaya ve tartışma yaratmaya devam ediyor.
Charles Darwin'in doğumunun 200'üncü, Türlerin Kökeni kitabının yayımlanmasının 150'nci yıldönümü dolayısıyla, çalışmalarını iki bölümlük bir dizi halinde değerlendirdik.

'200. yılında Darwin' dizimizin ilk bölümü için tıklayın

'200. yılında Darwin' dizimizin ikinci bölümü için tıklayın

Bilim, yaşamın olağanüstü karmaşıklığını, uzun bir süre açıklanamaz bir sır olarak gördü.

Darwin'in evrimi 'doğal seleksiyon'un bir süreci olarak açıklaması, bilim adamlarına dünyayı daha anlaşılır kılmak için çok geniş bir çalışma alanı sundu.
Aslında, Darwin evrim fikrini ilk ortaya atan kişi değil. Evrim fikri daha önce de biliniyordu... Ama, evrim fikrinin Antik Yunan'a ve belki de daha eskilere giden kökeni, Darwin'in önemini azaltmıyor.
Çünkü, bu fikre iskeletini kazandıran, evrimin nasıl işlediğine ilişkin en önemli teoriyi ortaya koyan yine Darwin oldu.
2009 yılı da bilim tarihinin en önemli yapıtlarından, Türlerin Kökeni adlı kitabının yayınlanmasının 150. yılı. Bu yıl, aynı zamanda kitabın yazarı Darwin'in de 200. doğum yılı.
Charles Darwin'in yaşamın kökeni ve insanın doğadaki yeri konusundaki yaygın fikirleri temellerinden sarsmaya ve modern düşünceyi etkilemeye devam eden düşüncelerinin kökeni 1830'larda çıktığı araştırma yolculuğuna dayanıyor.
Darwin İngiltere Kralı'nın gönderdiği Beagle adlı araştırma gemisininin yolculuğuna 22 yaşında genç bir doğa bilimci olarak katılana kadar, evrim teorisinin en önemli savunucusu olacağını bilmiyordu.
Beagle'ın Güney Amerika kıyıları boyunca ilerleyen beş yıl sürecek bu gezisinde gördükleri, Darwin'i İncil'deki yaratılış düşüncesini sorgulamaya itecekti.

Darwin türlerin yaşam ağacının dallarına yerleştirilebileceğine inanıyordu
Darwin'in biyografisini yazan Jim Moore, bilimadamının beş yıllık yolculukta, herşeyin başında doğadaki kalıpları ya da şablonları öğrendiğini düşünüyor.
Moore, ''Öğrenmek istediği; bazı şeylerin neden bazı yerlerde görünüp başka coğrafyalarda görünmediğiydi. Dolayısıyla bir filozof gözüyle bakan bir doğa bilimciydi. Nedenlerle ilgileniyordu... 'Neden benzer türler farklı doğa koşullarının hakim olduğu yerlerde görülebiliyor?' ya da 'Neden, aynı doğa kouşllarının hakim olduğu yerlerde farklı türler görülebiliyor?' diye soruyordu'' diyor.
Aslında Cambridge din bilim okumak amacıyla gidip sonra da doğa bilimlerine geçen Darwin'de kuşku uyandıran gözlemlerden biri de, Güney Amerika gezisi sırasında bazı kuş türlerinin, birbirine yakın adalarda küçük farklılıklar göstermesi oldu.
Darwin'e göre bu farklılıklar, bir yaratıcının çeşitlilik arzusundansa, türlerin farklı koşullara uyum sağlamasıyla ilgiliydi. Ayrıca, bazı canlıların soyu tükenirken yakın akrabalarının yaşamlarını sürdürüyor olmaları, değişen koşullar altında farklı canlı türlerinin yaşıyor olması da ona birbirleriyle ilişkili türlerin koşullar altında değiştiğini anlatıyordu.
University College London'dan Genetik Bilimci Steve Jones, Darwin'in bunun temeli olarak gördüğü doğal seçme teorisini şöyle özetliyor:
"Doğal seçme, en basit biçimiyle kalıtımsal farklılıkların yeniden üreme şansına etkisini anlatıyor. Örneğin bir birey, onun hayatta kalmasını ve çiftleşecekk bir eş bulmasını daha olası hale getirecek bir değişkene sahip iken, başka bireyler hayatta kalmalarını daha az olası hale getirecek farklı değişkenlere sahip iseler bu bireylerden biri hayatta kalır ve diğeri yok olur. Bu süreç nesiller boyunca devam ettiğinde ise değişiklikler artar ve ortaya giderek yeni yaşam biçimleri çıkar."
Darwin Türlerin Kökeni Üzerine'yi basmak için kitabın bitmesinin ardından neredeyse 17 yıl, iddialarını güçlendirmek ve doğrulamak için bekledi.
Kitabında yer alan bazı varsayımları kanıtlamak için elinde yeterli fosil verisi yoktu, ayrıca bazı teorilerinin doğrulanabilmesi için genetik biliminin ilerlemesi gerekecekti.

Darwin Türlerin Kökeni kitabı 'insan'a pek değinmedi
Kitap ilk basıldığı andan itibaren büyük bir etki uyandırdı ve ilk basımı kısa süre içinde tükendi. Evrimin doğal seçme yoluyla ilerlediği bilim dünyasında ve ötesinde büyük bir heyecan yaratmıştı.
Ancak, o günlerde kitabın herkesçe olumlu karşılandığını söylemek mümkün değil. Bilimadamı, özellikle din ve Tanrı karşıtlığı motivasyonuyla hareket ettiği ettiği suçlamalarıyla karşılaştı.
Darwin, bilim dünyasında yalnızca biyolojiyle de sınırlı kalmayan büyük bir etki bırakırken, geride kanıtlayamadığı ya da teorisinde açıklayamadığı pek çok olgu da bıraktı.
Doğal seçme teorisindeki sorunlar bugün Darwin'in izinden giden bilim adamlarının işi.
'Tehlikeli fikirler'
Darwin'in fikirleri, başta biyoloji olmak üzere genetik ve tıp gibi alanlarda temel bir öneme sahip. Ancak bu teorinin bazılarınca tehlikeli bulunduğu alanlar doğa bilimlerinin çok ötesine siyaset, kültür ve dine ilişkin görüşlerimize uzanıyor.
Darwin'in teorisini benimseyen siyasetçiler ve sosyal bilimciler, tüm çeşitliliği ile birlikte yaşamın tek bir kaynaktan nasıl evrimleşerek geldiğini gösteren bu teoriyle tarihi, günlük yaşamı ve sosyal olayları anlamaya ve açıklamaya çalıştılar.
Kimileri onun görüşlerini dine karşı bilimi savunmak için kullanırken; kimileri de emperyalizmi, savaşları ve hatta soykırımları meşrulaştırmak için kullandı.
Darwin'in teorisi siyasal olarak birbirine zıt kamplar tarafından büyük ölçüde olumlu karşılanmış bir teori.

Naziler Darwin'in fikirlerini kendi çıkarları için çarpıttı
Bir yandan Marx ve Engels'in, diğer tarafta bazı muhafazakar yazarların ve hatta Hitler gibi Nasyonal Sosyalist, faşist figürlerin dahi övgüsünü kazanbildiğini belirten pek çok kaynak var.
Temellerini Darwin'den aldıklarını söyleyen bazı ırkçılar tarafından kötüye kullanıldığı da oldu.
Siyaset bilimci John Gray, Nazizm de dahil olmak üzere faşist hareketlerin Darwinizm'in bazı özelliklerini kaba yorumlayarak kendilerine mal ettiğine dikkat çekiyor:
"Darwin'le yüzeysel bir ilişkileri olsa da, görüşlerinin Darwin'e dayandığını söyleyip, ırkçı anlayışlarının bilimsel temeli olduğunu savunmuşlardır. Oysa Darwin, kendi zamanında köleciliğe karşı olmuş biridir ve düşüncesinin ırkçılığa temel yapılmasını isteyemez."
Darwin'in fikirleri günümüzde bilimadamlarına ışık tuttuğu kadar, tartışma yaratmaya da devam ediyor.
Anthony Grayling, özellikle evrim teorisi ve yaradılış inancı safları arasındaki tartışmayı şöyle açıklıyor:
''Darwin'in açıkladığı canlıların zaman içinde geçirdikleri değişimlerin mekanizmasıdır. Fakat, karmaşık yapılara sahip canlıların daha basit yaşam formlarından evrilebildiğini göstermesi, canlıların da canlı olmayan moleküllerden ortaya çıkabileceğine işaret eder. Dolayısıyla, yaşamın kökenini açıklamak için bir yaratıcının gerekli olduğu türünden bir hipotez Darwin için gerekli değildir.''
''Tabi bu tartışma, Darwin'den önce de olan bir tartışmadır. Ancak Darwin, yaşamı açıklamada dini varsayımların gerekli olduğu düşüncesini ciddi bir şekilde sarsmıştır. Bu nedenle farklı dinler, varoluşa ilişkin çok eski zamanlardan bu yana benimsedikleri inanışları savunmak için karşı bir baskı oluşturuyorlar. Yaradılış inanışının asıl olarak Amerika'da olsa da, Türkiye gibi ülkelerde de yeniden gündeme gelmesinin nedeni de bu çabalardır.''