Bu Blogu Takip Et

Sayfalar

Translate

7 Aralık 2025 Pazar

İnsanın kendi kul hakkına girmesi

Seda Pekgöz
İnsanın kendi kendine “hak gaspı” yapması, ilk bakışta çelişik bir kavram gibi durur. Çünkü “hak” denince aklımıza genellikle bir başkasının sınırları, emeği, onuru gelir. Oysa en sessiz, en yaygın ve en az yargılanan hak ihlali, kişinin kendi varlığına karşı işlediği ihlallerdir. İslam geleneğinde buna “kul hakkı” çerçevesinde değinilir: İnsan Allah’ın kulu olduğu için, kendine ait olan beden, zaman, akıl ve potansiyel de aslında bir emanettir; bu emanete hıyanet etmek, en dolaysız kul hakkıdır. Ama bu fikri dini çerçevenin dışına taşırsak, mesele evrensel bir etik ve varoluş sorununa dönüşür.Kendi hayatına karşı işlenen en büyük suç, onu kasıtlı ya da ihmalle harcamaktır.



Bir insan yıllarca uykusuz kalarak, düzensiz beslenerek, hareket etmeyerek bedenini yavaş yavaş çökertir ve bunu “çok yoğunum, mecburum” diye meşrulaştırır. Oysa beden, kendi içinde bir hak iddiası taşır: sağlıklı kalmak, dinlenmek, bakıma alınmak. Bunu reddetmek, bir tür içsel köleliktir; kişi kendi biyolojisine zorla angarya yükler. Aynı şekilde, zihni sürekli uyarıcılarla (sosyal medya, haber döngüsü, bitmeyen eğlence) bombardımana tutup derin düşünme, yalnız kalma, sıkılma hakkını elinden alır. Zihin de hakkını arar; dağılır, anksiyete olur, depresyon olur, yaratıcılık ölür.



Zaman ise en acımasız gasp edilen şeydir. İnsan ömrünün 30-40 yılını, kendi seçmediği ya da artık istemediği bir işte, bir rolde, bir şehirde, bir ilişkide “idare ederek” geçirir. Bunu “sorumluluk” diye adlandırır. Evet, sorumluluk vardır; ama sorumluluk ile kendini kurban etmek arasında ince bir çizgi vardır ve çoğu insan o çizgiyi çoktan aşmıştır. Kendine ait kalan birkaç saati bile “hak ediyorum” duygusuyla değil, suçlulukla ya da uyuşarak harcar. Böylece hayat, yaşanmış değil, tüketilmiş olur.Bu kendi kendine zulmün sosyolojik bir sonucu daha vardır: Toplum, bireylerin ne kadar “kendi hayatlarını yaşamalarına” ne kadar az izin verirse, bireyler de birbirlerine o kadar az yaşam alanı bırakır. Yorgun, tükenmiş, içten içe öfkeli insanlar üretirseniz, ortaya kindar, kıskanç, tahammülsüz bir kalabalık çıkar. Kendi potansiyelini gerçekleştirememiş bir insan, başkasının gerçekleştirmesine de dayanamaz. Kendine merhamet edemeyen, başkasına da edemez. Dolayısıyla bireyin kendine ihanetinin faturası, er ya da geç topluma çıkar.
Bu konu “öz-saygı”dan çok daha derin bir şey,. Öz-saygı hâlâ narsist bir tını taşır; sanki kişi kendini beğenmek zorundaymış gibi. Oysa burada söz konusu olan, kendine karşı radikal bir dürüstlük ve sorumluluktur. Varoluşçu düşüncede bu, “kendi özüne sadakat” olarak geçer: Senin bu dünyada biricik olma şansın vardır ve sen bu şansı bilinçli ya da bilinçsiz şekilde çarçur ediyorsan, varoluşun kendisine ihanet etmiş olursun. Sartre’ın “kötü niyet” dediği şey tam da budur: Kendine yalan söyleyerek, “başka seçeneğim yok” diyerek, aslında var olan seçenekleri görmezden gelmek.
Kendi hayatına karşı adil olmak, dışarıdan bakıldığında bencilce sanılır. Oysa tam tersidir: Kendine borcunu ödeyen insan, başkalarına borçlu kalmaz. Kendine iyi bakan, başkalarına yük olmaz. Kendi potansiyelini gerçekleştiren, başkalarının potansiyelini de tehdit olarak görmez.
Sonuç olarak, en ağır hesap, insanın kendi içinde vereceği hesaptır. Çünkü başkasına yaptığın haksızlığı telafi etme şansın olabilir: özür dilersin, tazminat ödersin, helallik alırsın. Ama kendine yaptığın haksızlığın telafisi çoğu zaman mümkün olmaz; geçen yılları geri getiremezsin, ölen hücreleri canlandıramazsın, harcadığın potansiyeli yeniden yeşertemezsin.
Kendine karşı adil olmak, aslında hayattaki en zor ama en asil görevdir.
Çünkü seninle barışık olmayan bir insan, dünyanın geri kalanıyla da barışık olamaz.





Yaşam ve İnsan için her şey Genel Kültür, Bilgi Bankası

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen beğendiğiniz konulara yorumlar yazarak, diğer kullanıcıların takip etmesinde yarar sağlayınız.