TÜBİTAK'ın dergisinde Darwin'in sansür edilmesi birdenbire gündemin başına oturdu. Darwin ve karşıtlarının mücadelesi, dünyada akıl ve bilime karşı dogmanın mücadelesini simgeler. Bu nedenle Türkiye’de bilimin kalesi olması gereken bir kurumun akıl - dogma mücadelesinde dogmadan yana bir davranış göstermesi üzerinde çok ciddi düşünülmesi gereken bir olaydır. Atatürk'ün "en hakiki mürşit ilimdir" ilkesinden yıllar sonra ülkemizin en önemli bilim kurumu dogmadan yana tavır koyuyorsa, bunun nedenlerini ve almamız gereken önlemleri bulmalıyız.
Bilim Teknik
Akıl – bilim – inanç ilişkisi insanlık tarihi boyunca çeşitli felsefi akımların konusunu oluşturmuş ve toplumların yaşamına yön vermiştir. Aristo ile başlayan akılcılık okuluyla ona karşı imanı/inancı esas alan düşüncelerin mücadelesi Doğu ve Batı dünyalarında etkili olmuşlardır. Aristo – Farabi – İbni Sina – İbni Rüşd çizgisindeki akılcılık düşüncesiyle İslamdaki nakilciliğin çatışmasını, akılcı düşünce ve yöntemin Türkiye ve İslam dünyasında egemen olamayışının tarihsel nedenlerini ve alınması gereken önlemleri incelemeye çalışacağım.
Allah'ın mutlak kudreti ile insan kudreti arasındaki ilişki konusu İslam düşünürleri arasında farklı yorumlar yapılmasına neden oldu. İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren, insanların eylemlerinde özgür olup olmadıkları hep tartışıla geldi. Nakilciler olayların, eylemlerin insanların iradelerine bağlı olmayıp, Tanrı tarafından, önceden değişmez bir şekilde tespit edildiğini ileri sürdüler. Onlara göre insanların yaptıkları ve yapacakları hiçbir şey kendi iradesi ile değildir, önceden takdir edilmiştir ve insanlar yapmaya mecburdurlar.
Akılcılık, aklı, bilginin temel kaynağı ve sınanabilirlik ölçüsü olarak kabul eden felsefi akımdır. Akılcılık din ve etik alanlarında da insanın düşünme yetisine öncelik verir. Akılcılara göre; gelenek, iyiyle kötünün ayırt edilmesi ya da insan bilgisinin kaynağı vahiy değil insanın doğal yetileridir. İlahiyatta akılcılık, dinin akla uygunluğunu ifade eder fakat salt olarak akılcılık ise idealizm ve din hâkimiyetine karşı insan aklının sınırsız imkânlarına aşırı güveni dile getirir.
Akılcı düşünce, Antikçağ Yunan düşüncesine dayanır. Akılcılığın ilk olarak Parmenides (MÖ 600) ile başladığı kabul edilir. İlk akılcılık daha sonra ortaçağa ve İslam dünyasında da Meşşai Okulu’na geçer. Oradan da Descartes, Leibniz, Spinoza, Wolf gibi 17. ve de 18. yüzyıl filozoflarına ulaşır. Bu filozofların ortak özellikleri; insan bilgisine ve akla duydukları güvendir. Onlara göre, ebedi ve ezeli hakikatler vardır ve aklımızla bu hakikatleri kavrayabiliriz.
Gazali ve inanç
1058 – 1111 yılları arasında yaşayan İmam Gazali nakilci düşüncenin en önemli düşünürüdür. Gazali, Farabi gibi bazı Müslüman filozofların tersine, mutlak ve sonsuzu kavramak için aklın yetersizliğini savunur. Akla dayanan disiplinleri yani geometri, mantık, doğa bilimleri ve felsefeyi eleştirir, bunların hiçbirinin, mutlak gerçeğe ulaşmak için kesin bir yol göstermediğini iddia eder. Ona göre insanın bu dünyayı kavraması ve bilmesi mümkün değildir. Matematik, mantık gibi pozitif bilimler bile kuşkuludur. Bundan dolayı din ve felsefe arasında kesin bir ayrım yaparak tavrını dinden yana koyar. İnanç, Gazali'de temel düşüncedir. Mutlak, gerçek ve kesin bilgiye buradan varılacağını belirtir. Doğruyu bulmanın bir akıl işinden çok, bir iman sorunu olduğunu ve doğru bilginin insana ancak vahiy yoluyla geldiğini savunur.
Gazali'nin felsefesi yüzyıllarca İslam devletlerinde baştacı edildi. Bunda, Gazali’nin görüşlerinin, ‘sabır’, ‘şükür’, ‘tevekkül’ gibi, iktidar erkleri için ‘gerekli’ unsurları öne çıkarıyor olmasının payı büyüktür. Bugün de pek çok İslami-siyasi çevre, felsefi öz bakımından Gazali'nin görüşlerini temel almaktadır.
1126 – 1198 yılları arasında Endülüs’te yaşayan İbni Rüşd’ün bütün eserlerindeki ortak tema, din ve felsefenin iyi anlaşıldığı takdirde aralarında uyumsuzluk olmadığıdır. İbni Rüşd’ün felsefeye katkıları Aristo’nun ayrıntılı yorumlanmasından, felsefeyi İslam’a karşı bulanların, özellikle Gazali’nin hücumlarına karşı savunmaya kadar uzanır. İbni Rüşd “Akıl Allah’ın bize bir ihsanıdır ve aklımızı kullanarak onun yarattığı eserleri daha iyi anlayabiliriz” der.
İbn Rüşd’ün, Gazali ile olan anlaşmazlığı İslamda biliminin neden ilerleyemediğine bir ipucu verebilir. İbn Rüşd, Aristo’nun etkisinde kalarak dünyanın düzenli olduğuna, gerçek neden-sonuç bağlantılarının bir düzen içinde sergilendiğine inanıyordu. Gazali, böyle bir inancın Araplar için salt egemen olan Tanrı kavramını yok ettiğini sanıyordu. Gazali’ye göre fiziksel nedenler gerçek nedenler değildir fakat Tanrı’nın doğrudan doğruya müdahalesi için bir araçtır.
İslam eserleri Avrupa'da
Öyle görülüyor ki Araplar, “her şeye kadir Allah” kavramını doğal nedenlerle ve olaylarla uzlaştıramadı. Bundan başka benimsemiş oldukları sistem, çağdaş bilimin dayandığı kuşkuculuğa uygun düşmüyordu. Araplar arasında düşünce özgürlüğü teşvik edilmiyordu. 13. yüzyılda devlet desteğiyle nakilciliğin İslam dünyasına hâkim olmasıyla, akılcılığı esas alan kurumlar, tarih sahnesinden çekiliyorlar. Meydan nakilciliğin farklı ölçülerde uygulayıcıları olan kurum ve mezheblere kalıyor ve bu durum bugüne kadar devam ediyor. Bu değişikliğin en somut göstergelerinden biri 13. yüzyıldan sonra İslam âleminden dünya çapında bilim adamı çıkmayışı, ikincisi ise içtihat kapısının kapanmasıdır.
Öte yandan Haçlılar işgal ettikleri İslam ülkelerinde buldukları eski Yunan klasiklerinin Arapça tercümelerini Avrupa’ya götürüp Latince’ye çeviriyorlar. Bu çeviriler ve Endülüs’te ki İbni Rüşd gibi İslam filozoflarının eserleri Hıristiyan Avrupa’da aydınlanmanın başlamasını sağlıyor. Aydınlanmayla birlikte Avrupa’ya akıl ve bilim egemen oluyor. Avrupa’ya yayılan Rönesans ile Protestan reform hareketleri, 16. yüzyılın ilkyarısının sonlarına kadar, Avrupa’nın entelektüel ikliminde pek çok şey değiştiriyor. Bu değişimde ‘akıl’ kavramı çok önemli bir rol oynuyor.
Akılcılık – nakilcilik tartışmasında, son halkası Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere, büyük Müslüman devletlerde devlet otoritesi Gazali’nin tavrını benimsemeyi tercih etti. Batı’da bu şekilde bir siyasi iktidar tekeli bulunmadığı için, konuya o nitelikte bir otoritenin müdahale etmesi söz konusu değildi. Katolik kilisesi ve papa, doğal olarak, Gazali ile aynı kategoride ele alınması gereken bir tavır takındı. Ama Vatikan’ın da yetki alanı, özellikle Protestan hareketinden sonra sınırlı kalıyordu.
İtalya ve Türkiye
Yüzyıllarca süren bir çatışmadan sonra akılcılık Batı Hıristiyan dünyasında egemen, Doğu İslam dünyasında ise başarısız olmuştur. Bunun tipik iki örneği İtalya ve Türkiye’dir. İtalya ve Türkiye birçok ortak özellikleri olan iki ülkedir. Her iki ülke de Akdeniz bölgesinde coğrafi konum olarak denize uzanmış iki büyük yarımadada kuruludur. Nüfusları sayıca birbirine yakındır. İtalya dünya tarihini etkileyen Roma İmparatorluğu’nun, Türkiye ise bir anlamda Roma İmparatorluğu’nun devamı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçılarıdır. İtalya ortaçağda en ağır Katolik bağnazlığını engizisyon döneminde yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ise duraklama ve çöküş dönemlerini nakilciliğin egemenliğinde geçirmiştir.
İtalya İkinci Dünya Savaşı’ndan, Türkiye ise Birinci Dünya Savaşı ve onu takip eden Kurutuluş Savaşı’ndan yanmış yıkılmış olarak çıkmışlardır. İkinci Dünya Savaşı’ndan 63 sene sonra ise, bugün İtalya dünyanın en gelişmiş sekiz üyesinden birisidir. Türkiye ise Birleşmiş Milletler ölçütleriyle “gelişmekte olan ülke” grubuna girmektedir. İki ülke arasında ki bu gelişmişlik farkının nedeni, İtalya’da Aydınlanma çağı ile akılcılığın hâkim olması, Türkiye’nin ise aydınlanmayı kaçırmış olmasıdır.
Türkiye’nin siyasette, ekonomide, eğitim ve öğretimde yaşadığı çok temel sorunlarının altında “toplumda akıl ve bilim egemenliğinin sağlanmamış olması” gerçeği yatmaktadır.
A) “Toplumda akıl ve bilim egemenliği sağlansaydı, bugün Türkiye’nin görüntüsü nasıl olurdu?
1) Toplum daha sorgulayıcı ve araştırıcı olurdu,
2) Dogmalara daha az bağımlı olurdu.
3) Yasalar ve kurallar daha etkin uygulanırdı;
4) Doğal afetlerden bu derece zarar görmezdi;
5) Araştırma ve geliştirme (AR-GE) yaygın, etkili ve kazandırıcı olurdu;
6) Toplum, özgüveni gelişmiş, dışa bağımlılığı dengeli ve karşılıklı bağımlılığa çevirebilmiş olurdu;
7) Daha demokrat ve çeşitliliğe saygılı olurdu.
8) Toplumda kadının yeri daha yüksek olurdu,
9) Etkili ve verimli bir eğitim sistemi uygulanırdı.
B) “Toplum yaşamının çeşitli kesimlerinde akıl ve bilimin egemen ol(a)mayışının en önemli nedenleri nelerdir?”
1) Cumhuriyetin devraldığı ve hâlâ büyük ölçüde aşamadığımız, devlette katı hiyerarşik yapı,
2) Bireysel birikimi engelleyen mülkiyet yapısı,
3) Tarihteki önemli toplumsal dönüm noktalarını (Rönesans, Sanayi Devrimi, vb.) kaçırmış olmak gibi tarihsel miraslar
4) Bugün yaşadığımız bilgi devriminin de yeterince farkında olmayışımız,
5) Değerler sistemi içinde akılcı düşüncenin yer almayışı ve bu durumun yarattığı bağnazlık türleri:
6) Eğitim sisteminin akılcı düşünceye dayalı ve yeteri yaygınlıkta olmaması,
7) Üretimi temel almayan sosyoekonomik yapı ile devletin stratejik gelişme aracı olarak kabul ettiği ve tüm kurumlarıyla benimsediği bir bilim anlayışının bulunmayışı.
Türkiye'de nasıl bir süreç başlamalı?
Geçmişin köstekleyici mirasını aşmak için:
1) Kamu yönetiminde hizmet kalitesini teşvik edici etkinlikleri yaygınlaştırmak ve bu yolda başarı örneklerini özendirmek;
2) Birey ve sivil toplum örgütleri olarak, yerel yönetimlerde yerel katılım ve çözüm üretmek;
3) Fikri mülkiyeti korumak ve yaygınlaştırmak;
4) Vergisinin hesabını soran bireyi teşvik etmek;
5) Uygarlığın gelişmesinde büyük dönüm noktaları olan tarihsel dönüşümleri ıskalamanın maliyetinin bilincini oluşturmak;
6) Özgür ve yaratıcı düşünceyi geliştirmek için düşünce özgürlüğünü kısıtlayıcı engelleri kaldırmak;
7) Ar-Ge çalışmalarını desteklemek ve özendirmek;
8) Devletin ekonomik olarak küçülerek, daha çok kural koyucu ve denetleyici olması; kamunun şeffaf olması ve hesap verme sorumluğunu duyması;
9) Hukuk sistemimizi düzenlemek;
Değerler sisteminin aklı ve bilimi içermesi için:
10) Mevcut değerler sisteminin araştırılması;
11) Eğitimin koşullandırıcı değil, sorgulayıcı, araştırıcı, yaratıcı düşünceye dayandırılması ve bağnazlıkların tasfiye edilmesi.
12) Değerler sistemi içindeki, günlük yaşamı etkileyen, toplumsal verimi, üretimi, kaliteyi ve yaratıcılığı dışlayan “Durup durup yeni düşünceler icat etme”, “Gemisini kurtaran kaptan”, “Bunu düşünmek sana mı kaldı” gibi yanlış kalıpları, düşünce virüslerini ayıklamak;
13) Seçkin değerlerin, seçkin ve öncü nitelikli tavırların korunması, desteklenmesi ve geliştirilmesi;
14) Mesleki etik kuralların oluşturulup kurumsallaştırılması;
15) Bilimin geliştirici ve üretici gücünün bilincinde olunması ve yeni değer ve kavramlarla ilgili olarak ortak bir dil oluşturmak;
Eğitim / Öğretim sisteminin akılcı düşünceye dayanması için;
16) Temel eğitimin, Türkçe sözlü ve yazılı ifade yeteneği ile matematik kullanım yeteneğini geliştirmesi;
17) Yöresel gereksinimlere ve günlük gerçeklere yönelik temel eğitimlerin verilmesi;
18) Her düzeyde öğrenciyi yaratıcı olmaya ve eleştirel düşünmeye teşvik eden yeni bir müfredat uygulanması;
19) Öğrencilerin yeteneklerine göre meslek okullarına veya üniversiteye yönlendirilmesi;
20) Görsel ve yazılı yayın araçlarıyla eğitimin/öğretimin desteklenmesi;
21) Mesleki eğitimin çeşitlendirilmesi ve özendirilmesi;
22) Öğrencileri yeteneklerine göre üniversiteye yönlendiren bir ölçme ve değerlendirme sisteminin geliştirilmesi;
23) Eğitimin günlük politikadan etkilenmeyen sürekliliği olan bir sisteme kavuşturulması;
24) Farklı programlara dayanan tipte üniversite yapılanmalarına olanak tanınması;
25) Üniversitelerin bilim üretir hale getirilmesi;
Bilimin kök salacağı bir sosyo-ekonomik yapı için:
26) Rant ekonomisinden üretim ekonomisine geçisin koşullarının yaratılması;
27) Bilim ve teknolojiyi stratejik değişken olarak temel alan, stratejik planlama anlayışının benimsenmesi ve Türkiye için uzun erimli bir gelecek öngörüsü ile istenen geleceği yaratmamıza hizmet edecek bir teknoloji öngörüsünde bulunulması;
28) Ulusal inovasyon / yenilik sisteminin kurulması;
29) Rekabet üstünlüğü, ekonomide büyüme ve yaşam kalitesi için tek seçeneğin, bilimde ve teknolojide yetkinlik kazanmak olduğu bilincinin topluma yerleştirilmesi;
30) Bu görüşün eğitim / öğretim sistemine yerleştirilmesi;
31) Bölgesel ve yerel dinamikleri harekete geçirecek katılımcı karar mekanizmalarının ve ağ yapıların kurulması GEREKLİDİR.
Dünyanın bugün içinde bulunduğu ortamı incelediğimizde önümüzdeki yirmi yılın Türkiye için büyük bir fırsat olduğunu görmekteyiz. Bu fırsatı gerçekleştirmede en büyük ve önemli kaynağımız genç nüfusumuzdur. Bu nüfusun aydınlık ve akılcı eğitilmesiyle yenilikçi, üretken, girişimci, dünyanın birinci liginde oynayan bir Türkiye oluşturabiliriz. Aksine bir durumda bu nitelikte bir eğitimi sağlayamaz isek Türkiye dünyanın üçüncü ligine düşer ve adından uzun yıllar söz edilmez.
Mevcut siyasal partilerden farklı, yeni bir siyaset tarzı uygulayacak çağdaş sosyal demokrat bir parti yukarda sayılan önlemleri hayata geçirerek Türkiye’yi dünyanın önder ülkelerinden biri yapabilir.
“Aydınlanma Çağı” terimini Batı Avrupa’nın tarihinde 18. yüzyılın hemen başından Fransız Devrimi’ne kadarki dönem için kullanılır.
2. Karlofça Anlaşması için heyetler arasında barış görüşmeleri yapılırken yabancılara ayrılan odanın eşiğine muska koymak suretiyle dillerinin bağlanacağına; Nizip Savaşı’nda komutanın katırının kuyruğunun dik durup durmadığına bakarak saldırı ya da bekleme kararı için ‘şanslı vakti’ tayine kalktığımız için yüzümüz yere çarptı. İkinci Abdülhamid’den merakını gidermek amacıyla Kur’an isteyen Avusturya Macaristan İmparatoru’nun arzusu yerine getirilirse günaha girileceği fetvasını veren; sıtma salgını başladığında sokak aralarında Buhari’nin hadis kitaplarının dolaştırılmasının kâfi geleceğine hükmeden, Karaköy – İstiklal Caddesi arasında yapılan tünele “hayattayken Müslümanlar toprak altına giremez” diye fetva verip tüneli çalıştırmayan da aynı kafaydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder