Bu Blogu Takip Et

Sayfalar

Translate

kayıp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kayıp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Eylül 2011 Pazar

Evrimin kayıp halkası

Evrimin kayıp halkası 11 yaşında bir çocuk mu?

Yaklaşık iki milyon yıl önce Güney Afrika'da yaşamış olan "maymun adamların", insanlığın ilk türü olduğu düşünülen Homo erectus'tan bugünkü Homo sapien'lere evrilme sürecinin kayıp halkası olabileceği öne sürüldü.
Evrime inanılmaz, Evrim bilinir
Evrim Teorisi- O dönemden kalan iki iskelet üzerinde yapılan yoğun çalışmalarda, söz konusu insanların bugünkü insanla anatomik açıdan benzerlik taşıdığı keşfedildi.
İskeletlerden birisi genç bir kadına, diğeri de 11 yaşlarında olduğu tahmin edilen bir erkek çocuğuna ait.

Güney Afrika'nın Malapa bölgesinde yapılan kazılarda iskeletleri bulan Witwatersand Üniversitesi öğretim üyelerinden Lee Berger, yapılan analizler sonucunda, kemiklerin sahibi olan türün, insana varılan evrimdeki türlerin doğrudan atası olabileceğini öne sürdü.

Berger, "Fosiller karşımıza şaşırtıcı şekilde gelişmiş ama küçük bir beyin, insanınkine benzer uzun bir başparmağa sahip evrimleşmiş bir el, modern çağlarda yaşayan insanlara ait bir leğen kemiği ve hem maymuna hem de insana dair özellikler taşıyan ancak daha önce görülmemiş bir ayak ve ayak bileği çıkardı" diye konuştu.

Hürriyet'in haberine göre; Berger, en az 1.9 milyon yıl önce yeryüzünde dolaştığı düşünülen bu "maymun adamların" araç-gereç yapımına bu tarihten de önce başladığını belirtti.
Darwin,evrim teorisi,çeşitlilik, evrim, genetik, genetik,fosil,mutasyon

22 Mart 2011 Salı

Kayıp Uygarlıklar ve Kadim Bilgeliğe Giriş

Kayıp Uygarlıklar ve Kadim Bilgeliğe Giriş

Kayıp Uygarlıklar-Kayıp Öğretiler ve Kadim Bilgelik insanlık tarihinin gizli kalmış, kaybolmuş gerçek tarihlerinin bizlere uzantısıdır. Günümüz insanının oluşumuna neden olan temel tradisyonel bilgileri aldığımız bu kayıp uygarlıklar ve öğretiler, insanlık tarihinde her zaman belli dönemeç noktalarında yeniden ortaya çıkarlar ve ezoterik bir bakış açısı sunarlar.


Tarihin en eski dönemlerinden günümüze değin gezegene yön vermiş belli başlı uygarlıkları ve bu uygarlıkların simgesi haline gelen öğretilerini araştırmak, tüm bu uygarlıklar/öğretiler arasındaki bağlantıları kurmak, ortak sembolleri göstermek gerektiğine inandık.
Bu bölümümüzde, Mu ve Atlantis uygarlıklarından başlayarak, Aztek, İnka, Maya, Asur, Sümer, Babil gibi dünyanın çok çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan ve ortak bir ezoterik bilginin değişik sembollerle anlatımı izlenimi veren; Kuzey ve Güney Amerika, Atlantis, Batı Avrupa, Mısır, Babil, Uygur ve Anadolu uygarlıklarının kökenleriyle ilgili çarpıcı tarihsel izleri araştıracak, insanlığın ilk yurdu olan Mu’dan kalma bazı anahtar sembollerin yorumlarına ineceğiz.

Kadim Bilgelik araştırmalarının gayesi insanoğlunun, gezegensel evrimindeki temel sorularını çözmektir. Bu çözüm, dünyadaki problemlerin de çözümünü de kapsar çünkü insan küçük evren olan mikro kozmostur ve büyük evren yani makro kozmosun da bir yansıması ve minyatür bir sentezidir. Aynı prensipler üzerine kurulduklarından, her ikisi de görünmeyen ama eserleriyle görünür Olan’ın değişik ama birbiriyle bağdaşan kozmik ifadeleridir.



Kadim bilgeliğin ifade şekli olan sembollerin tarihsel akış içindeki açılımı, birbiriyle iç içe olan Doğa ve İnsan probleminin, insan düşüncesinin çok uzun zamandan beri deşifre etmeye çabaladığı öze ait bilgilerin kökeni hakkında onu aydınlatır.

Günümüz insanlığına egemen hale gelmiş ruhu olmayan, Tanrı’sı olmayan bilimin insanda yarattığı zihin durumu sadece karmaşadır. Günümüz mantalitesine hakim olan iki doktrin, agnostisizm ve materyalizm bu noktada ortaya çıkmıştır. Agnostisizm der ki “Ignorabimus, şeylerin nedenlerini hiçbir zaman bilemeyeceğiz, bu konuyu kendimize dert etmeyi bırakalım.” Materyalizm ise şöyle der: “Madde ve içgüdünün ötesinde hiçbir şey yoktur, bunu en iyi şekilde kullanmaya bakalım.” Bu iki doktrin de aynı sonuçta buluşurlar.
Tarihte ve felsefede katı kadercilik-dogmatizm, sanatta nihilizm, dinsel duygunun ve kozmosla ilgili derin düşüncelerin bastırılması, insanı kökeninden Tanrı’sından kopararak özgürleştirme çabası olarak ortaya çıkar ve onu maddenin esiri yapmakla sonuçlanır; günümüzdeki temel bunalımın da nedenidir. Binlerce yıldan beri insanoğlu olarak ektiğimiz tohumların iyi ve yeni bir hasada neden olması için Kadim Kültürleri ve Kadim Bilgelik Okullarının belli başlı olanlarını kısaca tanıma ihtiyacımız giderek artıyor.
Bu biliş, içinde bulunduğumuz hızlı değişim günlerinde bizi zararlı metaforlardan koruyacak ve düşün dünyamızda, ruhumuzda yeni bir paradigmanın, yeni bir başlangıcın ortaya çıkmasına neden olacak. Kim olduğumuzu, kökenlerimizi tam olarak bilmesek de araştırmak ve kökenle bağlantılar kurmaya çalışmak, evrenle ve Jung’un arşetipler olarak ifade ettiği evrensel yönümüzle bağlantı kurmak anlamına gelir.
Bu kısa giriş açıklamasından sonra işlenecek konulara açıklık getirmek için şu soruyu sorabilir ve bir alıntı ile konuyu daha da netleştirebiliriz…

“Acaba Medeniyetler Beşiği Anadolu ve Anadolu halkı halkı manevi köken olarak nasıl bir realiteye sahiptir? Tarihçiler fiziki kökeni kendilerine göre bir yerlere bağlayabilirler. Ama Anadolu’ya göçüp gelmiş atalarımızın getirmiş oldukları genetik kodun niteliğini bilemezler ve onların konuları da değildir. Bu genetik kod hakkında elbette yüzyıllardan beri intikal eden bir bilgi akışı var. Ezoterik çalışmalarımızın sonucunda oluşan kanaat şöyledir:
Anadolu topraklarına gelen varlıkların bir özelliği var. Burası hem Atlantis’ten hem de Mu’dan göç edenlerin birleştikleri, harman olup girdaplaştıkları bir bölgedir. Ege Denizi ve İskenderiye’ye kadar uzanan bölge çok önemli bir kavşak noktası haline gelmiştir.
Anadolu halkının en eskisinden en yenisine, yani en son Oğuzların göçüne varana kadar bütün asıl beslenme kaynağı Moğolistan’dır. Atlantis’lilerin göçü nasıl Mısır’ı meydana getirmişse, orayı kendileri için büyük bir göç yeri ve temel vatan yapmışlarsa, Mu Uygarlığı’nın inisiyeleri de Uygurları (ilk Türkler’i) temel olarak seçmişlerdir. Dolayısıyla iyilik ve güzellikle, felsefeyle ilgili bütün bilgilerini onlara nakletmişlerdir. Uygur Uygarlığı’nın kaynağı bugünkü Moğolistan ve Gobi Çölü’nün dağ yamaçlarına yakın olan bölgeleridir.
Uygurların inanç, bilim, sosyolojik yaşam, insan ve doğa arasındaki denge, insan ve kozmos arasındaki yapılar bakımından getirip bıraktıkları esaslar çok doğrudur.
Birtakım doğal olaylar sebebiyle başlamış Uygur göçleri Hindistan’a, Çin’e, Afganistan’a ve İran yoluyla Anadolu’ya kadar sürmüştür. Büyük Uygur göçüyle birlikte Mu bilgeliği ve Atlantis teknolojisiyle yetişmiş olan büyük insanlık göçleri de, zekası ve zihni de göç etti. Onların içinde karışmış birçok varlıkta tohum halinde kapasite mevcuttur.
Bu insanların en çok taşıdıkları özellik, duyular dışı algılamayla ilgili kodlardır. Bunlar mükemmel bir şekilde hiçbir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakmadan o varlıklar tarafından o göçlerle bu ülkeye, Anadolu’ya yeniden getirilmiştir.
Demek ki, Anadolu halkının kalıtımsal olarak getirdiği en büyük nitelik psişiktir. Bu toprakların insanları gerçekten psişik varlıklardır. Başka bir ifadeyle, buranın varlıkları asıl iç yüzleri ruhsal dünyaya dönük yaşar. Görünüşte hepimiz dünya malı gibi yaşarız, yeriz, içeriz, dans ederiz vs.her şeyi yaparız. Bütün dünyadaki insanların yaptığı işler gibi, ama orada çok ince bir fark vardır. Bizim iç yüzümüz sürekli şekilde ruhsal dünyaya dönüktür. Çünkü doğamızda, taşıdığımız DNA’larımızda bu tarafımız gelişmiştir. Bu DNA kayıtları bize anavatanımız Mu’dan, Uygur akımından intikal eden bir vazife mirasıdır.
Bu toplumun vazifesi, Mu’da ve Atlantis’te olan kadim bilginin, kendisinden sonraki büyük insanlık ailesine bilgi intikali olarak geçişini sağlamaktır.”

Kadim Bilgelik ve Kayıp Uygarlıkların Kökeni

Kadim Bilgelik ve Kayıp Uygarlıkların Kökeni

Aztek, İnka, Maya, Mısır, Paskalya, Uygur, Tibet, Anadolu uygarlıkları arasındaki benzerlikler ve eserler bu kültürün tek bir kaynaktan çıkıp tüm dünyaya yayılmış olduğunu düşündürmektedir. Bu kültür Güneş İmparatorluğu Mu’nun kültürüdür.
Özellikle son yüzyıla bakacak olursak neredeyse bütün önemli adımların bu süreçte yapıldığını ve gelişimin çok daha hızlı artarak ilerlediğini görüyoruz. O zaman insanoğlunun sadece günümüzün uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek bencillik olmuyor mu? Bu soruların yanıtlarını belki de günümüz uygarlığının temel taşlarının çok daha eskilerde atıldığı varsayımıyla açıklamak mümkün olacaktır. İnsanlığın karanlık ve yok olan bir tarihinde yaşayan uygarlıklar izlerini, gizemli mesajlarının seslerini, okyanusun derinliklerinden bizlere ulaştırmaya çalışıyor olmasın sakın?
Churchward’ın yaptığı araştırmalar bundan 70.000 yıl belki de daha eskiye dayanan ve bugünkü dünyasal konumu itibariyle Pasifik Okyanusu’nu kaplayan bir kıtadan bahsedilir. Bu ana kıtaya Mu adı verilmişti. Mu bir rahip kral tarafından yönetilmekte kendisine "Ra Mu" denilmekteydi. Mu’nun sembolü tek tanrıyı temsil eden Ra yani Güneş'ti. Ra adı Maya, İnka, Mısır ve Eski Hindistan’da kullanılmıştır. Bu bilgi bile uygarlıkların kökenindeki ortak alanı göstermektedir. Mu hakkında çok şey söylenebilir. Tabletlerden aldığımız bilgilere göre Mu Uygarlığı en az 3 kez tufan felaketi ile sarsılmış. Ana kıtanın batacağını anlayan bazı rahip ve bilgeler, Orta Asya (Gobi Çölü civarı) ve Atlantik Okyanusu’nun bulunduğu yerlere göç etmiş ve buralarda Uygur ve Atlantis Uygarlıklarını oluşturmuştur. Uygurlar da Türkler’in ilk ataları kabul edilir. Atatürk’ün Mu Uygarlığı ile ilgili araştırmalarının temel nedeni Türkler’in kökenini aramaktı.
Ana kıtanın batacağını anlayarak, göçe hazırlanan ve bilgiyi tüm dünyaya dağıtan bu bilgelik yolcularının adı Naacal’lerdi. Naacal inisiyelerinin yaptığı bu göçler çok önemliydi ve belki de bugünkü pek çok bilginin kaynağını teşkil etti. Peki Naacaller hakkında ilk bilgiler nerede ve ne şekilde ortaya çıktı? 1880’li yıllarda James Churchward adında bir İngiliz, Tibet’te bazı taş tabletlerin izlerine rastladı. Tibet’te uzun yıllar kalarak bu tabletler üzerinde yazan eski dili öğrendi ve ilk kez burada Naacaller hakkındaki bilgileri gün ışığına çıkarmaya karar verdi.
Bugün okyanuslarla kaplı bir alanda bulunan Mu ve Atlantis Uygarlıklarının çok ileri düzeyde teknolojiye sahip olduğu bilinmektedir. Modern bir Indiana Jones olan arkeolog David Hatcher’ın yapmış olduğu araştırmalar neticesinde kaleme aldığı 6 kitaplık "Kayıp Kentler" dizisinde bu uygarlıkların yaşadığına dair çok gerçekçi bilgileri bize aktarmaktadır. Okyanus altında yapılan yeni araştırmalar ve özellikle Bimini’deki bulgular söylenenleri doğrular niteliktedir.
Mu ve Atlantis uygarlıkları hakkında bize bilgi ileten bir diğer kaynak da Edgar Cayce adındaki kahindir. Cayce ‘okuma’ (Hipnoz veya başka bir trans haliyle bir kişinin geçmiş yaşamlarını öğrenebilme yöntemi) dediğimiz yöntemle pek çok kişinin geçmiş yaşamlarını araştırmıştır. Yapmış olduğu binlerce okuma sonucunda kitaplar yazılmış ve öldükten sonra adına bir vakıf kurulmuştur.
Cayce kitaplarında o dönemde yaşamış olan kişiler hakkında detaylı sorular sormuş ve yaşanan hayatı en ince ayrıntılarına kadar ortaya koymuştur. Bugün Cayce’nin yapmış olduğu okumaların gerçek olduğu ispatlayan deliller hızla artmaktadır. Metafizik açıklamalar bilimsel yöntemlerle desteklendiğinde, daha doğrusu bilimin gelişimiyle algılamış olduğumuz yeni metafizik anlayış, yeni ve modern bir dünya görüşü ile birleştiğinde yanıtlar da kendiliğinden gelmektedir.