William Shakespeare'in Hamletinde, Prens'in dudaklarından dökülen o derin feryat, asırlardır yankılanır: "İnsan nedir ki, eğer en yüce nimeti ve zamanının pazarı yalnızca uyumak ve yemekse?" Bu sözler, bir hançer gibi saplanır kalbe; hayatı boş bir ritüele indirgeyenlerin trajedisini resmeder. Günümüzün tüketim fırtınasında, neon ışıklar altında kaybolan ruhlarda, bu soru bir yıldırım gibi çakar. Peki, hayatı bomboş bir rüzgâr gibi savuranlar kimlerdir? Ve insan, nasıl bir ateş olmalıdır ki, karanlığı yırtıp ışıldasın? Bu denemede, Shakespeare'in fısıltısını şiirsel bir melteme dönüştürerek, varoluşun derin kuyularını keşfedeceğim – imgelerle dokunmuş, duygularla örülmüş bir yolculukta.
Düşünün: Bomboş yaşayanlar, hayatın sahnesinde figüranlardır yalnızca. Sabahın gri perdesi kalkar, kahvaltı bir mekanik ritüel olur; gün, para avcılığının tozlu yollarında erir gider. Akşam iner, yemek bir boşluk doldurucusu; uyku, unutuşun siyah örtüsü. Bu döngü, bir kelebeğin kanatsız uçuşu gibidir – hayvanî bir varoluş, ruhsuz bir gölge. Shakespeare'in Hamlet'i, onları "bir hayvan, o kadar" diye lanetler; çünkü insanı yükselten, akıl denen yıldız, duygu denen okyanus, yaratıcılık denen fırtınadır. Modern labirentlerde, bu boşluk sosyal medyanın aynalarında yansır: Sonsuz kaydırmalar, tüketim tapınaklarında biriken eşyalar, anlamsız kahkahalar. Yıllar akar, aynı zincirlerde çürürler; tutkularını bir mezara gömerler. Bu, Sartre'ın "kötü niyet" dediği zehirli sis: Özgürlüğü inkar etmek, kendini bir taş gibi kandırmak. Bomboşlar, hayatın altın kapılarını görmez; başarıyı madeni paralarda arar, ama ruhun şarkısını duymaz. Sonuç mu? Bir boşluk fırtınası, depresyonun kara bulutları, ölüm döşeğinde esen pişmanlık rüzgârı – "Keşke"ler, rüzgârda savrulan yapraklar gibi.Ah, ama insan nasıl olmalıdır? O, zamanı bir pazarda satmaz; onu bir şiire dönüştürür, yıldızlara dokunan bir merdivene. Yolculuk, içsel bir aynayla başlar – Sokrates'in "Kendini bil" çığlığı, bir şafak gibi doğar. Tutkuları keşfeder, yemek ve uykuyu birer köprü yapar: Araçlar, ama asla zincir. Gerçek insan, yaratıcılığın volkanıdır; sanatla boyar gökleri, bilimle fetheder bilinmezi, katkı ile dokur toplumun dokusunu. Düşünün: Da Vinci'nin fırçası, karnını doyurmak için değil, ruhu özgürleştirmek için dans eder – Mona Lisa, bir gülümsemeyle ebediyeti fısıldar. Malala'nın sesi, kurşunlara rağmen yükselir; milyonlarca kızın hayallerini kanatlandırır. İnsan olmanın özü, başkalarına dokunmaktır – empati bir nehir gibi akar, adaletsizliğe karşı dağlar gibi durur.Ve o, sosyal bir senfoni, spiritüel bir dansçıdır. Bomboşlar yalnızlığın buz mağaralarında donarken, gerçek insan bağlar kurar: Derin sohbetler yıldızlar gibi parlar, sevgiler okyanuslar gibi derinleşir. Frankl'ın anlam arayışında, acı bile bir çiçeğe dönüşür; amaç, hayatın pusulası olur. Çevre koruyan eller, kitaplar doğuran kalemler, çocuklar yetiştiren kalpler – bunlar, varoluşun şiiridir. Teknolojinin demir ağlarında, bu daha da kutsaldır: Ekranlar bizi yutar gibi görünse de, bomboşluğa sürükler. O halde, insan nasıl olmalı? Bilinçli bir şair gibi: Sabah kalkar, "Bugün hangi mucizeyi doğuracağım?" diye sorar; yemekte şükranın tadını alır; uyurken yarının rüyalarını dokur.
Sonuçta, Shakespeare'in sorusu bir yıldız kaymasıdır: İnsan, yiyip içip uyuyorsa, insan değildir – sadece bir sis bulutu, bir unutulmuş gölge. Bomboşlar, hayatın hazinelerini kaçırır; pişmanlıkları, rüzgârda savrulan toz gibi dağılır. Oysa gerçek insan, varlığını bir destana dönüştürür: Yaratır, paylaşır, ebediyete uzanır. Bu yol, dikenli bir patikadır; cesaretle yürünür, çabayla aydınlanır, sorgulamayla çiçeklenir. Her birimiz, Hamlet gibi, gecenin aynasında bakmalıyız: "Ben gerçekten insan mıyım?" Cevap, kalp atışlarımızda gizli. Hayat, bir şiirdir – onu boş bırakmayın; dizelerle doldurun, sonsuzluğa uçurun.
Düşünün: Bomboş yaşayanlar, hayatın sahnesinde figüranlardır yalnızca. Sabahın gri perdesi kalkar, kahvaltı bir mekanik ritüel olur; gün, para avcılığının tozlu yollarında erir gider. Akşam iner, yemek bir boşluk doldurucusu; uyku, unutuşun siyah örtüsü. Bu döngü, bir kelebeğin kanatsız uçuşu gibidir – hayvanî bir varoluş, ruhsuz bir gölge. Shakespeare'in Hamlet'i, onları "bir hayvan, o kadar" diye lanetler; çünkü insanı yükselten, akıl denen yıldız, duygu denen okyanus, yaratıcılık denen fırtınadır. Modern labirentlerde, bu boşluk sosyal medyanın aynalarında yansır: Sonsuz kaydırmalar, tüketim tapınaklarında biriken eşyalar, anlamsız kahkahalar. Yıllar akar, aynı zincirlerde çürürler; tutkularını bir mezara gömerler. Bu, Sartre'ın "kötü niyet" dediği zehirli sis: Özgürlüğü inkar etmek, kendini bir taş gibi kandırmak. Bomboşlar, hayatın altın kapılarını görmez; başarıyı madeni paralarda arar, ama ruhun şarkısını duymaz. Sonuç mu? Bir boşluk fırtınası, depresyonun kara bulutları, ölüm döşeğinde esen pişmanlık rüzgârı – "Keşke"ler, rüzgârda savrulan yapraklar gibi.Ah, ama insan nasıl olmalıdır? O, zamanı bir pazarda satmaz; onu bir şiire dönüştürür, yıldızlara dokunan bir merdivene. Yolculuk, içsel bir aynayla başlar – Sokrates'in "Kendini bil" çığlığı, bir şafak gibi doğar. Tutkuları keşfeder, yemek ve uykuyu birer köprü yapar: Araçlar, ama asla zincir. Gerçek insan, yaratıcılığın volkanıdır; sanatla boyar gökleri, bilimle fetheder bilinmezi, katkı ile dokur toplumun dokusunu. Düşünün: Da Vinci'nin fırçası, karnını doyurmak için değil, ruhu özgürleştirmek için dans eder – Mona Lisa, bir gülümsemeyle ebediyeti fısıldar. Malala'nın sesi, kurşunlara rağmen yükselir; milyonlarca kızın hayallerini kanatlandırır. İnsan olmanın özü, başkalarına dokunmaktır – empati bir nehir gibi akar, adaletsizliğe karşı dağlar gibi durur.Ve o, sosyal bir senfoni, spiritüel bir dansçıdır. Bomboşlar yalnızlığın buz mağaralarında donarken, gerçek insan bağlar kurar: Derin sohbetler yıldızlar gibi parlar, sevgiler okyanuslar gibi derinleşir. Frankl'ın anlam arayışında, acı bile bir çiçeğe dönüşür; amaç, hayatın pusulası olur. Çevre koruyan eller, kitaplar doğuran kalemler, çocuklar yetiştiren kalpler – bunlar, varoluşun şiiridir. Teknolojinin demir ağlarında, bu daha da kutsaldır: Ekranlar bizi yutar gibi görünse de, bomboşluğa sürükler. O halde, insan nasıl olmalı? Bilinçli bir şair gibi: Sabah kalkar, "Bugün hangi mucizeyi doğuracağım?" diye sorar; yemekte şükranın tadını alır; uyurken yarının rüyalarını dokur.
Sonuçta, Shakespeare'in sorusu bir yıldız kaymasıdır: İnsan, yiyip içip uyuyorsa, insan değildir – sadece bir sis bulutu, bir unutulmuş gölge. Bomboşlar, hayatın hazinelerini kaçırır; pişmanlıkları, rüzgârda savrulan toz gibi dağılır. Oysa gerçek insan, varlığını bir destana dönüştürür: Yaratır, paylaşır, ebediyete uzanır. Bu yol, dikenli bir patikadır; cesaretle yürünür, çabayla aydınlanır, sorgulamayla çiçeklenir. Her birimiz, Hamlet gibi, gecenin aynasında bakmalıyız: "Ben gerçekten insan mıyım?" Cevap, kalp atışlarımızda gizli. Hayat, bir şiirdir – onu boş bırakmayın; dizelerle doldurun, sonsuzluğa uçurun.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen beğendiğiniz konulara yorumlar yazarak, diğer kullanıcıların takip etmesinde yarar sağlayınız.