İnsan zihninin evrensel hakikati kavrama yetisi, doğumla başlayan bedensel ve zihinsel ayrışmanın etkisiyle biçimlenir. Anne rahmindeki sıcak, bütünleyici ve koruyucu dünyadan kopuş, insanı “ben” olma deneyimine iter. Bu, Sartre’ın tabiriyle, insanın kendi iradesi dışında “dünyaya fırlatılması”dır. Bebek, kısa sürede annesinin göğsünün kendisinden ayrı bir varlık olduğunu fark eder; böylece “ben” ve “öteki” ayrımı zihninde şekillenir. Bu ilk keşif, aynı zamanda ilk yalnızlık hissidir ve zihinsel bir kırılma noktasıdır. Bu kırılma, dünyayı kategorilere ayıran, analiz eden ve nesneleştiren bir düşünme mekanizmasının temelini atar.
Bu varoluşsal kopuş, insanın zihninde bir uçurum yaratır. Eğer kişi bu ayrışmayı farkındalıkla ele almazsa, bu uçurum bir yazgı gibi peşini bırakmaz. Zihin, olayları ve olguları sınıflandırmaya, ayırmaya ve rasyonel bir çerçevede anlamlandırmaya yönelir. Ancak bu rasyonel düşünce, indirgemeci ve klasik mantık kurallarıyla beslendiğinde, insanın bakış açısını daraltabilir. Kategorize etme eğilimi, zamanla kişinin dünya görüşünün temelini oluşturabilir; dünyayı algılama biçimi, bu ayrıştırıcı lensle şekillenir. Oysa evrensel bir hakikati sezme yetisi, rasyonel ve irrasyonel unsurları bir araya getiren, bütüncül bir dünya tasarımını gerektirir. Bu, zihnin diyalektik bir düşünceyle, gerçeği tüm dinamizmi ve değişkenliğiyle kavrayabilmesiyle mümkündür.
Bu zihinsel dönüşüm, bireyin içsel bütünlüğünü ve barışını bulmasıyla başlar. Kişi, kendi iç dünyasında huzuru yakaladığında, bu huzur topluma ve insanlığa yayılır; sevgi, eşitlik, adalet ve kardeşlik ilkelerine dayalı bir dünya görüşü ortaya çıkar. Böyle bir bakış açısı, “ben ve öteki” ayrımını reddeder; insan, kendisinin bir parçasını başkalarında, başkalarının bir parçasını kendisinde görür. Bu, bir tür karşılıklı dönüşüm algısıdır. Örneğin, bir topluluğun acısına “Hepimiz Hrant’ız” diyerek ortak olmak, bu bütüncül bakışın bir yansımasıdır. Çünkü insan odaklı bir yaklaşım, ayrıştırıcı değil, birleştirici bir sevgi ve barış zemininde yükselir.
Ne var ki, demokrasi ve eşitlik karşıtı güçler, bu zihinsel yarılmadan faydalanır. “Ben ve öteki” ayrımı, “biz ve öteki”ye evrilerek düşmanlık ve nefret tohumları eker. “Biz” kavramı, bireye sahte bir aidiyet ve güvenlik hissi sunar; yalnızlık ve yabancılaşma korkusunu bastırır. Ancak bu, bir yanılsamadır. İktidar odakları, bu “biz” algısını manipüle ederek “öteki”ye karşı düşmanlık yaratır. Propaganda, ajitasyon ve provokasyonlarla zihinler şartlandırılır; buyruklar itaatle, itaat ise şiddetle sonuçlanır. Bu süreç, faşizmin, milliyetçiliğin, militarizmin ve ırkçılığın temelini oluşturur. Yapay çelişkiler kaosa, çatışmaya ve savaşa dönüşür; böylece küresel sermaye, silah ticareti, petrol ve hammadde kaynakları üzerinden kâr elde eder. İnsanlar, bu güçlerin satranç tahtasında piyon haline gelir.
Bu karanlık düzen, toplumsal değerleri aşındırarak, tüketim kültürünü dayatarak ve demokratik süreçleri tıkayarak işler. Ötekileştirme, iç savaşları, bölgesel çatışmaları ve kabile savaşlarını körükler; küresel sermayenin pazar alanını genişletir. Ancak daralan, ne yazık ki insan yaşamlarıdır.Erich Fromm’un Çağımızın Özgürlük Sorunu adlı eserinde belirttiği gibi, insan, kendi benliğinin farkına varırken aynı zamanda evrensel insanlığa ulaşma paradoksuyla karşı karşıyadır. Gerçek özgürlük, kişinin “ego”sunu aşarak, kan ve toprak bağlarından sıyrılıp bir dünya vatandaşı olmasına bağlıdır. Bu, insan türünün bütününe adanmış bir sevgi ve akıl anlayışıyla mümkündür. Fromm’a göre, “Tek Dünya”, ancak “Tek İnsan”ın ortaya çıkmasıyla gerçekleşebilir: Kendi ulusunu sevdiği için değil, insanlığı sevdiği için kendi toplumuna değer veren bir insan.
Ek Öneriler ve Çözüm Yolları: Bu zihinsel ve toplumsal dönüşüm için, bireylerin ve toplumların farkındalık geliştirmesi şarttır. Eğitim, bu süreçte kritik bir rol oynar; eleştirel düşünceyi teşvik eden, ayrıştırıcı değil birleştirici bir eğitim modeli benimsenmelidir. Sanat ve edebiyat, insanın vicdanını ve empati yeteneğini güçlendirerek bu ideale hizmet edebilir. Örneğin, bir roman karakterinin acısı, okuyucunun kendi sınırlarını aşmasını sağlayabilir; bir şiir, insanlığın ortak duygularını hatırlatabilir. Ayrıca, yerel ve küresel ölçekte dayanışma ağları kurulmalı; sivil toplum örgütleri, demokratik katılımı artırarak ötekileştirmeye karşı bir kalkan oluşturabilir. Medya okuryazarlığı, propaganda ve manipülasyonun etkisini azaltmak için vazgeçilmezdir.
Sonuç olarak, insanlığın umudu, sevgi, eşitlik ve adalet temelinde bir dünya tasavvurunda yatıyor. Ötekileştirmenin panzehiri, “biz” olma duygusunu tüm insanlığı kapsayacak şekilde genişletmektir. Bu, edebiyatın, sanatın ve insan vicdanının rehberliğinde, umudu her daim canlı tutarak başarılabilir. Barış, yalnızca bir ideal değil, aynı zamanda insanlığın ortak çabasıyla ulaşılabilir bir gerçektir.
Bu varoluşsal kopuş, insanın zihninde bir uçurum yaratır. Eğer kişi bu ayrışmayı farkındalıkla ele almazsa, bu uçurum bir yazgı gibi peşini bırakmaz. Zihin, olayları ve olguları sınıflandırmaya, ayırmaya ve rasyonel bir çerçevede anlamlandırmaya yönelir. Ancak bu rasyonel düşünce, indirgemeci ve klasik mantık kurallarıyla beslendiğinde, insanın bakış açısını daraltabilir. Kategorize etme eğilimi, zamanla kişinin dünya görüşünün temelini oluşturabilir; dünyayı algılama biçimi, bu ayrıştırıcı lensle şekillenir. Oysa evrensel bir hakikati sezme yetisi, rasyonel ve irrasyonel unsurları bir araya getiren, bütüncül bir dünya tasarımını gerektirir. Bu, zihnin diyalektik bir düşünceyle, gerçeği tüm dinamizmi ve değişkenliğiyle kavrayabilmesiyle mümkündür.
Bu zihinsel dönüşüm, bireyin içsel bütünlüğünü ve barışını bulmasıyla başlar. Kişi, kendi iç dünyasında huzuru yakaladığında, bu huzur topluma ve insanlığa yayılır; sevgi, eşitlik, adalet ve kardeşlik ilkelerine dayalı bir dünya görüşü ortaya çıkar. Böyle bir bakış açısı, “ben ve öteki” ayrımını reddeder; insan, kendisinin bir parçasını başkalarında, başkalarının bir parçasını kendisinde görür. Bu, bir tür karşılıklı dönüşüm algısıdır. Örneğin, bir topluluğun acısına “Hepimiz Hrant’ız” diyerek ortak olmak, bu bütüncül bakışın bir yansımasıdır. Çünkü insan odaklı bir yaklaşım, ayrıştırıcı değil, birleştirici bir sevgi ve barış zemininde yükselir.
Ne var ki, demokrasi ve eşitlik karşıtı güçler, bu zihinsel yarılmadan faydalanır. “Ben ve öteki” ayrımı, “biz ve öteki”ye evrilerek düşmanlık ve nefret tohumları eker. “Biz” kavramı, bireye sahte bir aidiyet ve güvenlik hissi sunar; yalnızlık ve yabancılaşma korkusunu bastırır. Ancak bu, bir yanılsamadır. İktidar odakları, bu “biz” algısını manipüle ederek “öteki”ye karşı düşmanlık yaratır. Propaganda, ajitasyon ve provokasyonlarla zihinler şartlandırılır; buyruklar itaatle, itaat ise şiddetle sonuçlanır. Bu süreç, faşizmin, milliyetçiliğin, militarizmin ve ırkçılığın temelini oluşturur. Yapay çelişkiler kaosa, çatışmaya ve savaşa dönüşür; böylece küresel sermaye, silah ticareti, petrol ve hammadde kaynakları üzerinden kâr elde eder. İnsanlar, bu güçlerin satranç tahtasında piyon haline gelir.
Bu karanlık düzen, toplumsal değerleri aşındırarak, tüketim kültürünü dayatarak ve demokratik süreçleri tıkayarak işler. Ötekileştirme, iç savaşları, bölgesel çatışmaları ve kabile savaşlarını körükler; küresel sermayenin pazar alanını genişletir. Ancak daralan, ne yazık ki insan yaşamlarıdır.Erich Fromm’un Çağımızın Özgürlük Sorunu adlı eserinde belirttiği gibi, insan, kendi benliğinin farkına varırken aynı zamanda evrensel insanlığa ulaşma paradoksuyla karşı karşıyadır. Gerçek özgürlük, kişinin “ego”sunu aşarak, kan ve toprak bağlarından sıyrılıp bir dünya vatandaşı olmasına bağlıdır. Bu, insan türünün bütününe adanmış bir sevgi ve akıl anlayışıyla mümkündür. Fromm’a göre, “Tek Dünya”, ancak “Tek İnsan”ın ortaya çıkmasıyla gerçekleşebilir: Kendi ulusunu sevdiği için değil, insanlığı sevdiği için kendi toplumuna değer veren bir insan.
Ek Öneriler ve Çözüm Yolları: Bu zihinsel ve toplumsal dönüşüm için, bireylerin ve toplumların farkındalık geliştirmesi şarttır. Eğitim, bu süreçte kritik bir rol oynar; eleştirel düşünceyi teşvik eden, ayrıştırıcı değil birleştirici bir eğitim modeli benimsenmelidir. Sanat ve edebiyat, insanın vicdanını ve empati yeteneğini güçlendirerek bu ideale hizmet edebilir. Örneğin, bir roman karakterinin acısı, okuyucunun kendi sınırlarını aşmasını sağlayabilir; bir şiir, insanlığın ortak duygularını hatırlatabilir. Ayrıca, yerel ve küresel ölçekte dayanışma ağları kurulmalı; sivil toplum örgütleri, demokratik katılımı artırarak ötekileştirmeye karşı bir kalkan oluşturabilir. Medya okuryazarlığı, propaganda ve manipülasyonun etkisini azaltmak için vazgeçilmezdir.
Sonuç olarak, insanlığın umudu, sevgi, eşitlik ve adalet temelinde bir dünya tasavvurunda yatıyor. Ötekileştirmenin panzehiri, “biz” olma duygusunu tüm insanlığı kapsayacak şekilde genişletmektir. Bu, edebiyatın, sanatın ve insan vicdanının rehberliğinde, umudu her daim canlı tutarak başarılabilir. Barış, yalnızca bir ideal değil, aynı zamanda insanlığın ortak çabasıyla ulaşılabilir bir gerçektir.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen beğendiğiniz konulara yorumlar yazarak, diğer kullanıcıların takip etmesinde yarar sağlayınız.