YAŞAM İÇİN GÜÇLÜ FİKİRLER – KONUŞMAYI BİLMEK
Kinik filozof Diyojen’e sorarlar:
“Bir adamın aklının derecesini nasıl anlarsın?”
Cevabı tereddütsüz ve basit olur:
“Konuşmasından…”
Ardından biraz kurnazca tekrar sorarlar:
“Ya hiç konuşmazsa…”
Cevabı yine tereddütsüz ve zekicedir:
“O kadar akıllısına, şimdiye kadar hiç rastlamadım.”
Bu yazının konusu; etkili konuşmanın yolları, ikna etme sanatı ya da belagat olmayacak. Konumuzun içeriği; konuşmanın yaşamımızdaki önemi, anlamı üzerine, dilimizin sınırları üzerine, sözün değeri üzerine olacak.
Çocukluğumuzda ilk konuşmalarımız anlamsız sesler bütününden oluşur. Bir bebek henüz konuşmaya başlamadan önce derdini ağlayarak ya da gülerek ifade eder.
Acıktığında, altını ıslattığında duygularını sözle ifade edemeyeceği için ağlar, çığlık atar ya da karnı doymuş ve mutluysa onu gülerek, huzurlu bir şekilde ifade eder. Yani konuşmak, iletişim kurmak, kendimizi ifade etmek için bir derdimizin, diyecek anlatacak bir şeyimizin olması gerekir.Tarihte önemli hatiplerin yaşamlarına baktığımızda hep anlatacak bir şeyleri olduğunu, bir dertleri olduğunu görürüz. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Demosthenes’tir. Demosthenes 7 yaşındayken babası vefat eder ve mirası vasileri tarafından talan edilir. Çok varlıklı bir ailede doğmasına rağmen alabileceği eğitimi alamaz. Bir gün, şehirlerini ilgilendiren bir davanın avukatı olan hocasının yanında bir şekilde mahkemeye girer, onun savunmasını dinler ve kendini ifade edişinden, sözlerinin diğerleri üzerindeki tesirinden çok etkilenir. Dersler almaya başlar, ergenlik yaşına gelince kendisine kalan mirası talan edenlere dava açmaya ve kendini savunmaya karar verir. Ancak sorun şudur ki, o peltektir ve çok da iyi konuşamaz. İlk deneme hüsranla sonuçlansa da Demosthenes yılmaz, bu sorunu aşmaya karar verir. Söylenceye göre peltekliği ve telaffuz problemini aşmak için ağzına küçük çakıl taşları koyup saatlerce nutuk okur, nefes darlığına çare bulmak için de dik yokuşları tırmanırken yüksek sesle şiirler okur. Bu sayede 2400 yıl sonra biz, böyle büyük bir hatipten hâlâ konuşuyor durumdayız…
Ne konuştuğumuz ve nasıl konuştuğumuz aldığımız eğitimle, düşünce biçimimizle, içinde bulunduğumuz çevre, yetiştiğimiz kültürel ortam vb. ile yakından ilişkilidir. Japon dilinde bazı kelimeler var, bu kelimeler Türk dilinde ancak bir cümle olarak ifade edilebiliyor. Japonca “Şinrinyoku” kelimesinin Türkçe karşılığı “Ormana girip oradaki ağaç ve bitki örtüsünün kokusuyla çevrelenerek manevi huzura ve ruhsal tazelenmeye ulaşmak” olarak karşılık buluyor.
Demek ki o coğrafyada böyle bir şey yaşanıyor, demek ki doğayla derin bir bağ kurma ve temas var. Ludwig Wittgenstein, “dilimizin sınırı dünyamızın sınırıdır” der. Pek tabii dile getirilemeyenler de vardır, filozoflar aklımızın almadığı, tahayyül sınırlarımızı aşan, üzerine konuşulamayan konular karşısında susmayı tavsiye eder.
Nasıl başladık konuşmaya? Evet, ilk konuşmalarımız tek sesle, tek hece ile başlar. Ve birçok kültürde, inanışta yaratılış mitleri yaratıcının “ol” demesiyle evrenin yaratıldığını anlatır. Bir ayette de geçer “Kün fe yekûn” , “ol der ve olur.” Ses, söz, kelime, kelim, kelam ya da logos, evrensel zekâ…
İbn’ül Arabi Füsus-ul Hikem eserine “kelimelerin kalbine hikmetleri indiren yaratıcıya şükrederek” başlar.
‘Kelim’, kelimenin çoğul hâli, yani günlük dilde kullandığımız sözlerdir; hikmet ise bilgelik içerir yani söze üst evrensel bir zekâ tarafından anlam inmesi, yüklenmesidir.
İbn’ül Arabi, aynı zamanda kelimenin ‘yara açan’ anlamına geldiğini söyler. Açılan yaraya bir tohum ekersek bilgece anlam büyür yeşerir. Saban izine ekin ekmek gibi… Anlam, mânâ yani hikmet yok ise o yara açıldığıyla kalır. O nedenle incitmemesi için sözü iyi seçmek, aktarmak için yollar bulmak, farklı şekilde ifade etmenin metotlarını aramaya ihtiyaç duyarız.
Aristoteles der ki, “akıllı insan her düşündüğünü söylemez ama her söylediğini düşünür.”
Söz ağızdan kontrolsüzce çıkıyorsa yara açar, ancak kalpten geliyorsa, o zaman Yunus Emre’nin söylediği gibi olur;
“Dil söyler kulak dinler,
Kalp söyler kâinat dinler.”
Sözün, kalbe ulaşması tesiri için kalpten çıkması gerekir. Mevlâna “kalp neyle doluysa dudaklardan o dökülür” der, aklımızı kalbimizi neyle doldurduğumuza dikkat etmek, iyi seçmek, zihne üşüşecek, zihni işgal edecek kötü, bencil, kibirli, kaba düşünceleri içimize girmeden engellemek. İletişimin az sayıda kelimeyle gerçekleştiği bu zamanda, “mrb, ok, kib, bye” ile kalbe ulaşmak biraz güçleşiyor. Daha özenli konuşmaya, yazmaya, iletişim kurmaya çok ihtiyacımız var. Kitap okumak, zihni ve aklı güçlü fikirlerle beslemek için en önemli yöntemlerden biridir. Kelime dağarcığımız genişler, olaylara durumlara ne tepki verildiğini örnekle görür, ifadenin bin bir yoluna şahit oluruz. O zaman konuşmayı bilmek için okumayı da bilmek gerekir.
Konuştuğumuzda iyi şeyler konuşmak önemlidir. Kötü haber veren insanlarla ilgili Plutarkos şöyle söyler: “Acı ve iğrenç kokan ilaçlar içenler, ilacı içtikleri kupadan nefret eder. Aynı şekilde kötü haber verenler de karşısındakinde aynı etkiyi bırakır.”
Bir kral bir gün rüyasında sevdiklerinin denizde birer birer boğulduğunu görür. Sabah hemen en iyi rüya tabircilerinden birini çağırır, gelen kişi kötü haberi verir ve “kralın, sevdiklerinin ölümünü birer birer göreceğini” söyler. Felaket tellallığı yapan kişinin cezası kesilir. Kral başka bir tabirci daha bulunmasını emreder ve gelen kişi iyi haberi verir. “Kral tüm sevdiklerinden daha uzun bir ömür sürecektir.” Kral bu sözleri mükafatlandırır. Aynı şeyi söylemelerine rağmen bakış açısı, olayı, durumu ifade ediş biçimdeki incelik fark yaratır.
Platon şöyle söyler: “Konuşmak, insanın aklını kullanma sanatıdır.” Konuşmak, hissettiklerimizi ve düşünebildiklerimizi ifade edebilmektir. Doğru konuşmak da en uygun sözcüklerle, gerek ve yeter miktarda, en doğru tonda ve tarzda karşı tarafa aktarabilmekle ilişkilidir.
İnsanlığın doktoru Buda, acıyı aşmanın 8 katlı asil yolu reçetesinde birbirinden ayrılamayacak o yollardan birini ‘doğru konuşmak’ olarak aktarmıştır. Doğru sözlülük; sözlerimizde, konuşmalarımızda doğruluk, içtenlik, sevecenlikten ayrılmamak, yalan söylememektir. Ancak bu, aşırı doğruculuk ya da karşımızdakini yıkacak, incitecek şekilde olursa incelikten yoksun olur.
Önemli noktalardan biri de yalan söylemektir. Bir kişinin yalan söylemesi çok sıkıntılı bir durumdur, kişi, yalanı örtmek için başka yalan söyler ve bu, insanı zincirleme bir felakete doğru götürür. Buda “doğru konuşmayan kişinin tıpkı bir öküzün ardından arabayı çekmesi gibi ıstırabı ve acıyı da çekeceğini” söyler. Doğru, iyi konuşmanın sonucu kıvanç ve mutluluktur. Bu, gönüller kazanmanın yoludur.
O zaman ne konuşmalı, nasıl konuşmalı, neden konuşmalı? Filozoflardan bazı pratik tavsiyeler…
Doğru konuşmak için;
Okumayı bilmek,
Düşünmeyi bilmek,
Dinlemeyi bilmek,
Diyalog (dia-logos) geliştirmeyi bilmek,
Gereksiz tekrarlara düşmemek için açık ve net fikirlere sahip olmak,
Bölücü değil, birleştirici bir dil geliştirmek,
Kelimelerin değerini bilmek,
Sükûnetin, sakinliğin ve sessizliğin değerini bilmek.
“Ya susmalı ya da susmaktan daha kıymetli bir şey söylemeli” diyor Pisagor.
Daha iyi iletişim kurmak, daha iyi konuşmak için daha iyi olmalıyız. Dünyanın daha iyi bir yer olmasını istiyorsak bu sözde kalmamalı, kalbe inmeli ve orada yeşermeli… Böylelikle dudaklarımızdan da iyi şeyler dökülebilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder