Bu Blogu Takip Et

Sayfalar

Translate

25 Ekim 2010 Pazartesi

Dünyaya gelirken bir hikâyen yoktur

Işığımızın Sırrı, Dünya Tozumuzun İçinde!

Dünyaya gelirken bir hikâyen yoktur. Önce sadece bir ışık olarak düşersin yeryüzü toprağının üstüne. Sonra toprağın tozu ile harmanlanır, bedenlenirsin. Varlığının bütünü; Dünyanın tozundan ve yıldızların ışığından oluşur. Olağanüstü güçlere ve sonsuz sayıda farklı özelliklere sahip olarak gelirsin bu boyuta. İçindeki sana ait güç öylesine büyüktür ki, senin her istediğini yaratma özelliğine sahiptir. Bu gücü, gün be gün, an be an kullanır ve en değerli hazinen gibi göreceğin öykünü yaratırsın. Hikâyeni yaratmaya başlarken de, ışığını bir çocuk yaratıcılığıyla gizlersin. Bir kişilik, bir drama yaratarak kimsenin senin parlak bir ışığın bekçisi olduğunu anlamasına izin vermezsin. Bu hikâye o kadar değerlenir ki gözünde; sadece çevrendekileri değil, kendini de inandırırsın. En kutsal varlığın olarak kabul ettiğin hikâyene öyle kendini kaptırırsın ki, gün gelir kölesi olursun. Kölesi olduğunun farkına da varmazsın üstelik.

Hikâyene dört elle sarılıp yaşarken, seni var eden ışığına gözlerin kapalıdır artık. Onu gömdüğün köşeyi hatırlamayı bırak, gömdüğünü bile unutursun. Işığın, sevgin, gerçek varlığın ve güzelliğin o öykünün içinde kaybolup gider. Bir gün gelir kendini kaybolmuş, yalnız ve korkular içinde hissetmeye başlarsın. Bir kaybın olduğunun farkına varırsın ama kaybının ne olduğunu hatırlayamazsın. En derin köşende sana ait bir acıdır bu yalnızlık. Kendi gerçek özünün bütünlüğünü ortaya çıkaramamanın acısı, içinde büyük bir boşluk yaratır. İçindeki bu boşluğu doldurmak ve daha iyi hissetmek için dışarıda bir şeyler aramaya başlarsın. İlişkilerden, paradan, insanlardan, başarılardan, ödüllerden, maddelerden kendine eşler yaratıp, mutlu olmaya çalışırsın.
Banka hesabının, dış görünüşünün, sevgililerinin, maddi ve manevi ödüllerin peşinde, kendini tamamlayacak bir şeyler ararsın. Ömür boyu süren bu delice aramalardan ve çaldığın kapılardan elin boş dönersin. Kendi yokluğunun derinlerinde biraz daha kaybolursun, tanımadığın o bitimsiz, köhne kapıları çalarken. Seni sevecek, koruyacak bir kahraman beklerken, aynaları eline alman ve alıp bakman boşunadır, boşunadır tüm gidişler her bir gözden, gönülden içeri… Hiçbir tenin öznesinde, hiçbir maddenin şehrinde bulamaz, tamamlayamazsın o boşluğu.
Yeterince iyi olmadığını, istenmediğini, sevilmediğini, değersiz olduğunu söyleyen iç sesin hiç susmaz olur zaman geçtikçe. O kadar alışırsın ki o sesle yaşamaya; sevildiğini hissetmek için umutsuzca diğer insanların onaylarının peşinde koşarsın. Onların ağzından duyacağın güzel sözlerle iç sesini bastırmaya çalışırsın. Gösterdiğin olağanüstü çaba ile çevrendekileri etkilemeye ve onların beklentilerine yetişmeye çabalarsın… Bütün çabalarına rağmen içindeki ses durmadan kafanın içinde yankılanır durur.
‘Sevgiye layık değilsin, hep yalnız kalacaksın, sürekli hata yapıyorsun’
İç sesinin sana tekrar edip durduğu sözlerle hikâyen, sil baştan yazılmaya devam eder ama hiç değişikliğe uğramaz. Yaşadıklarına destan havası vererek gurur duyar ve sürekli olarak özveride bulunmayı bir erdem sayarsın. Tekrar tekrar aynı senaryoyu yaşar ve hep aynı acı sonla biten kendi filminin tutsak başkahramanı olursun. Hikâyeler; derinlere gizlenmiş olan gerçeği saklayan ve koruyan kalın duvarlardır. Ve herkesin hikâyesinin ana bir teması vardır. Bütün yaşananlara rağmen bu tema, asla değişmez. Öykümüzün ana teması içinde sürekli ince ayar yaparak acıları hafifletmeye çalışırız. Yeni bir sevgili, yeni bir iş, yeni saç modeli, yeni bir araba; yapılan ince ayarlardandır. Oysa yapılan eylemler, Titanik’in içinde koltuk değiştirmekten ibarettir. Gemi eninde sonunda batmaya mahkûmdur, oturduğumuz her değişik koltuğa rağmen…
Oysaki hikâyeler aslında sadece hikâyelerdir ve bizler sadece hikâyelerden ibaret değiliz. Hikâyelerin içinde yaşamak cam bir fanusun içinde yaşamak gibidir. Şeffaf duvarların içine hapsolmuş dışarıyı seyrederken, duvarları kırıp öteye geçemeyeceğimize inandırırız kendimizi. Hikâyelerimiz; bizi en başta kendimizden, sonra dünyadan tecrit eder, sınırlar koyar, yaşam enerjimizi emer. Hikâyelerimiz, kaderimizin garantisidir. Onun çerçevesi içinde kendimizi güvende hissederiz. Yaşam boyu başımıza gelen olayların sonuçlarından çıkarttığımız gölge inançlarımız, bizim tüm sözlerimizi ve davranışlarımızı kontrol eder. Gölge inançlarımız, sınırlarımızdır ve bizden kendimizi özgünce ifade etme ve yaşama özgürlüğümüzü çalarlar. Gölge inançlarımız; hayallerimizi susturur, gerçek geleceğimizi oluşturmamıza engel olurlar. En çok istediğimiz şeye sahip olmamızı bile sabote ederler.

Umursanmak uğruna, oluşturduğumuz hikâyemizin ve gölge inançlarımızın kurbanları olup çıkarız. Hikâyelerimizin dışındaki yaşam, korku doludur ve belirsizdir. Kimliklerimizi kaybedeceğimiz korkusuyla, kendi yazdığımız bu senaryolardan vazgeçemeyiz. Bizi kim umursayacak, kim sevecek, nereye ait olacağız? Ürkütücü bu sorulardan kaçarak dört elle hikâyemize sarılmaya devam ederiz. Kocaman bir boşluk olmaya karşı koyma çabamızla, bir bilinmezlik içine düşmektense, kendi en eski modelimize razı oluruz. Hikâyemizin prangalarından kurtulup, gerçek kendimizi keşfetmeye ve yaratmaya yanaşmayız.
Gerçeklerle yüzleşmemizi engelleyen olumlu mesajların ardında umutsuzluğumuzu maskeleriz ve besleriz…
“Gün doğmadan neler doğar, her şeyde bir hayır vardır, benden daha kötü durumda olanlar var, zaman tüm acıların ilacıdır, beni öldürmeyen güçlendirir, bir kapı kapanırsa diğeri açılır, tanrı bana baş edemeyeceğim bir şey vermez.”

Kapıların kendiliğinden bize açılacağına kendimizi inandırarak, sonsuz bir atalet içinde, kendi yarattığımız hikâyenin cam fanusundan dışarıyı gıpta ile seyretmeye devam ederiz. “Acaba benim içimde bir şey, aynı şeylerin hayatımda tekrar tekrar gerçekleşmesine mi yol açıyor”diye sormak aklımıza bile gelmez. Oysa kötü bir durumun içinde bir yıldan fazla saplanıp kalmışsak, kendimizi kandırmamalıyız. Her şey yoluna girecek düşüncesine sürüklenmişsek, bu durum sadece hikâyemizin ana teması içinde boğulup kaldığımızı gösterir ne yazık ki. Rüyalarımız bizden bir adım öndedir böyle durumlarda.
Bilinçli olarak hikâyelerimizin içinde yaşamayı seçtiğimizde, gerçekle yüzleşmekten kaçarız. Kalbimizin gitmek istediği yere aklımızla gidemeyiz. Aklımız bize yanıtlar verirken, bizim en derin gerçeğimizi bulmamıza engel olur. Yolu bilmek, yolda gitmek değildir, bilmek aklımızın içindedir, olmak ise kalplerimizin içinde… Düşüncelerimiz sınırlıdır, kendimiz olduğunu sandığımız kişiliklerimizde yaşar. Çokbilmiş olan egomuz, bilginin peşinde koşarak, yanındaki insanlara üstünlük sağlamaya çalışır. Hikâyemizden kurtulamadığımız gibi egomuzdan da kurtulamayız.
Sessiz bir köşeye çekilerek kendimize sormalıyız:
“Hikâyem ve egom olmasaydı ben kim olurdum? Değişim yetkisi benim elimde olsa şu an yaşamımda neleri değiştirirdim? Birisi olabilmem için gerçekte nasıl olmam gerekir? Kendimi kurban olarak hissediyor olmamın gerçek sebebi nedir?"
Gücenme ve kendine acıma duygusu, sürekli olarak sorumluluktan kaçınmamızı sağlar. Gerçek sorumluluğumuzu almak, kurban olmaktan çıkmanın tek yoludur. Uçmayı gerçekten istiyorsak, tırtıl olmaktan vazgeçmemiz gerekir. Hikâyelerimiz bizim içinde saklandığımız kozalarımızdır. Hikâyemizin kabuklarını kırmak acı verir ama uçmanın özgürlüğü ve hazzı inanılmazdır.

Hikâyelerimizin yüzde onu gerçeklerden, yüzde doksanı algılamalarımızdan oluşur. Aynı gerçekleri her insan başka bir şekilde görür. Denemek için çocukluğunuza ait içinizi acıtan bir anınızı yazıp, anının içinde yer alan bir yakınınıza okutun. Aynı anıyı bir de ondan yazmasını isteyin. Onun yazdıklarıyla gerçekten şaşıracaksınız.
Birisi olma çabası içinde, hem önemsizliğimizi hem de evrenin bizim için yaratılmış olduğunu aynı anda özümsemek, en önemli basamaktır.
Bir elimizde; “ Tozdan ve küllerden yaratıldım
Diğer elimizde; “Yaşadığım evren sadece benim ışığım için yaratıldı” yazan notlar ile yürümeliyiz. Ta ki her ikisinin de aynı oranda doğru olduğunu en küçük zerremize bile inandırana kadar. Işık ve gölgeyi birlikte kucaklamaktır bu… Tam doğru kimliğimizin ortaya çıkmasının en önemli koşulu; ışık olduğumuzu da unutmamaktır. Işığımızın varlığı; hikâyelerimizin çok ötesinde olan gerçek benimize ulaşana kadar bize yol gösterir.
Hikâyelerimizin gölgesinde, bizim kendimizden bile sakladığımız bir sır vardır. Bu sırrın içinde bütünlüğümüzün ortaya çıkmasına yardımcı olacak ipucu yer alır. Coşkunun, neşenin, huzurun, sınırsız olanağın ve kutsanmışlığın bekçisi olan sırrımız, bizim tarafımızdan değerli bir hazine gibi saklanır. Bu ağır görevi yerine getirmek için üzerini kat kat örter, acılarımız ve mutsuzluklarımızla onun ışığını gizleriz. Ancak hikâyelerimizden yorulduğumuz zaman içimizdeki değerli armağanı ortaya çıkarmaya hazır oluruz.
Hikâyenize bir mektup yazın ve tüm öğrettikleri için ona teşekkür edip, onun sınırlarının dışında yaşamaya karar verdiğinizi bildirin. Onun dışına adım attığınızda gerçek beniniz çırılçıplak karşınıza dikilir. Ancak o andan sonra tüm ihtişamımızla ayağa kalkar ve ilan ederiz. "İşte ben buyum, evrenin bana sunacağı her şeye layığım."

Bu sözleri gerçekten söylediğinizde artık hikâyenize ihtiyacınız yoktur. Onu gölge bir sandığa kaldırıp kutsayabilirsiniz. Sadece basit bir hikâye olduğunu hissederek ve hissettirerek bazen gün yüzüne çıkartıp paylaşabilirsiniz. Artık mahkûmu olmadığınızı bilerek şükranla anabilirsiniz. Çünkü o olmasaydı siz, en değerli sırrınızı tüm dünyaya haykıramayacaktınız. O sır, sizin hem yıldızların ışığından, hem dünyanın tozundan yaratılmış olduğunuzdur.
Ve Işığınız; her şey OL'abilme gücünüzü, sihirli bir dokunuşla dünya tozunuzun içine saklamıştır.

Hiç yorum yok: